Kısaca İnka tarihi şöyledir:
İnka reisi veya imparatoru için kullanılan Quichua unvanı vardır ki bu idareci aristokrat soyu, bir diğer deyişle de o yörenin en üst kastına ait olan kişidir. Bilinmeyen bir süre, İspanyol istilasından önce ve istilaya kadar hüküm sürmüşlerdir. Bazılarına göre İnka medeniyetine tarihte ilk olarak Peru’da, bilinmeyen bölgelerde, 1020’de rastlanmıştır. Başka bir görüşe göre ise, ki bu Hıristiyan teolojistlerinin mütevazı görüşlerine uygun olarak, İnka tarihi Eski Ahit’teki tufandan beş yüzyıl sonraya dayanmaktadır. İkinci teori öncekine göre gerçeğe hiç şüphesiz daha yakındır. İnka’nın müstesna ayrıcalıkları, yanılmaz mutlak güçleri göz önüne alındığında, Hindistan’daki Brahman kastının tam benzeridir. Brahmanlar gibi İnka medeniyeti de soylarının bir ilaha dayandığını iddia etmişlerdir. Söz konusu ilah Hindistan’ın Süryavansa Hanedanı’nda olduğu gibi Güneş Tanrısıdır. Genel ve tek olan halk inanışına göre bir zamanlar Yeni Dünya’nın tüm nüfusu bağımsız, savaşçı, barbar kabilelere bölünmüştür. Bu inanışa göre en sonunda, “en yüce ilah Güneş Tanrısı” onlara acımış ve insanları cehaletten kurtarmak için, öğretmen olarak iki çocuğunu yeryüzüne yollamış;Manco Capac ve onun karısı ve kız kardeşi olan Mama Ocllo Huaco, ki bunlar da aynı şekilde Eski Mısır’daki Osiris ve kız kardeşi, karısı olan İsis’in karşıt bölgedeki benzerleridir. Aynı şekilde Hindistan’ın ilah, yarı ilah ve karşıt bölgedeki benzerleri vardır. Bu ikisi (Güneş Tanrısının çocukları)Titikaka Gölü’nün güzel bir adasında ilk defa görülmüşler, sonra kuzeye Cuzco’ya ve daha da sonra medeniyetin tohumlarını atmak için İnka’nın başkentine ilerlemişlerdir. Bu kutsal çift önce Peru’dan birkaç halk topluluğunu toplayarak bir araya getirmiş ve işlerini kendi aralarında bölüşmüşlerdir. Manco Capac erkeklere ziraati, yasaları ve hukuku, mimariyi, sanatları öğretirken; Mama Ocllo kadınlara dokuma, iplikçilik ve eğirme, nakış ve ev bakımını öğretmiştir. İnka medeniyeti soylarının bu semavi çifte dayandığını iddia ederken, bütün imparatorluklarını kaplayan harabeye dönmüş muazzam şehirleri kimlerin inşa ettiği hakkında en küçük bir fikre sahip değillerdir. Bu imparatorluk ekvatordan 37 derece enleme kadar uzanmaktadır. Bu bölge yalnızca And dağlarının batı yamacını kaplamakla kalmayıp Amazon ve Orinoco’ya uzanan dağ zincirinin doğu yamaçlarını da içine almaktadır. Güneş Tanrısının soyundan gelmeleri dolayısı ile devlet dininin ayrıcalıklı rahipleri olmanın yanı sıra, topraklarında en yüksek mertebedeki devlet adamları ve hükümdarlardır. AynenBrahmanlardaki gibi kendilerini sıradan ölümlülerden ayırarak ilahi bir üstünlük iddia etmişlerdir. Böylece “iki kere doğmuş” ayrıcalıklı bir kast -İnka Soyu- kurmuşlardır. Güneş Tanrısının oğlu olduğu kabul edildiği için hüküm süren her İnka; rahip, kâhin, savaşta orduların komutanı, mutlak hükümdar olarak en üstün din adamı ve kral makamlarını işgal etmektedir.
İnka’nın en küçük bir emri karşısında körü körüne bir itaat beklenirdi; şahsiyeti kutsaldı, ilahi faziletlerin maddedeki tezahürü idi. Ülkenin en yüksek devlet görevlileri bir hürmet göstergesi olarak onun huzuruna ayakkabılı çıkmazlardı. Bu da oryantal bir kökene dikkat çekiyor. Ayrıca kraliyet ailesine mensup gençlerin kulaklarının delinmesi ve içlerine altın halkalar yerleştirilmesi, rütbeleri yükseldikçe bu halkaların genişletilmesi ve kıkırdağın iyice gerilip, olumlu algılanan deformasyona uğraması, daha yakın tarihlere ait yıkıntılarda bulunan heykel portreleriyle, Buddha ve bazı ilahların tasvirleriyle, günümüzdeki Siyam (yeni adı Tayland), Burma (yeni adı Myanmar) ve güneyHindistan’daki züppelerle garip bir benzerlik göstermektedir. Yine aynı Hindistan’daki Brahmin iktidarının başarılı dönemlerinde olduğu gibi ayrıcalıklı İnka kastı dışında hiçkimsenin din konusunda öğrenim görmeye hakkı yoktu.
Eski Rajesthan tarihi kayıtlarında gördüğümüz gibi, Sutti’nin son zamanlarında yürürlükten kalkan töresine benzer olarak, hüküm sürmekte olan İnka öldüğünde, diğer bir söyleyişle “babasının malikânesine, evine çağrıldığında”, cenaze töreni sırasında maiyetinde çalışan çok sayıda kişi ve karıları da ölüme mahkûm edilirdi. Bütün bunları göz önüne alırsak, bazı belli tarihçilerin “bu geleneklerde bütün ilkel medeniyetlerde izlediğimiz ortak özelliğin bir başka versiyonu ile karşı karşıyayız, ki bu da entrikacı idareciler ve kurnaz din adamlarının semavi bir bağlantısı sahtekârlığı ile insanlar üzerinde nüfuz kurmalarıdır” gibi kısa bir açıklaması ile arkeolog ikna olmaz. “Manco Capac Çinli Foni’dir, Hindu Buddha’dır, Mısır’ın dünyevi Osiris’idir, Meksika’nın Quetzalcoatl’ıdır, Orta Amerika’nın Votan’ıdır” şeklinde bir açıklama yaptığımız zaman bunun çok doğru olduğunu görürüz. Anlamak istediğimiz; Hindistan, Mısır, Amerika gibi birbirlerine zıt bölgelerde olan bu eski uluslarda nasıl böyle sıra dışı benzerliklerin olabildiğidir ki bu benzerlikler yalnızca genel olarak dini, politik, sosyal görüşlerde değil en ince ayrıntılarda da mevcuttur. En çok ihtiyacımız olan tarihi sıralanışları, yani hangisinin diğerinden önce geldiği ve de dünyanın dört bir yanındaki bu halk topluluklarının nasıl, nerede ise özdeş mimari, sanat tesis edebildikleri yolunda bilgi sahibi olmaktır. Platon tarafından emin bir şekilde ifade edilen ve birden fazla modern arkeoloğun inandığı gibi, “bir zamanlar böyle bir geçiş için gemilere gerek yoktu, iki dünya bir kıtayı meydana getiriyordu” şeklindeki görüşü de göz ardı edemeyiz.
Son günlerdeki araştırmalara göre sadece And dağlarında beş belirgin mimari üslupla karşılaşılmıştır, Cuzco’daki Güneş Tapınağı bunlardan en son döneme ait olandır. Bu, modern gezginler tarafından güvenilir bir şekilde İnka medeniyetine atfedilebilir ki bu imparatorluğun zaferleri, geçmişi bilinmeyen zamanlara ait olan bir medeniyetin son parıltılarıdır. ABD Kansas’tan Dr. E.R. Heath “And dağlarının Manco Capac’dan çok daha önce halkların yerleşim bölgesi olduğunu, bu halk topluluklarının başlangıcının Batı Avrupa yerlileri ile denk zamana rastladığını” düşünmektedir. Devasa mimari tarz, harçsız taş blok yapı grubuna uymaktadır. Bu tarzın başlangıcına örnek Babil Tapınağı ve Mısır Piramitleridir. Birçok yerde rastlanan Yunan sarmalama tarzı Mısırlılardan alınmıştır ki mumyalama ve gömü tarzı Mısır’ı işaret etmektedir. Buna ilaveten bu bilgin gezginin bulgularına göre, ..... üç belirgin halk topluluğu belirlenmiştir: Andlardan Pasifik’e kadar Peru’nun batısında yerleşik Chincha’lar; Peru ve Bolivya’nın yüksek düzlüklerinde ve Titikaka Gölü’nün güney sahillerinde yerleşik Aymara’lar; And dağ zinciri ve Titikaka Gölü kuzeyi ile 90 derece güney enlemi arasında yerleşikHuanca’lar ..... Hipotezin de ötesinde Peru’da çağlar öncesine dayanan bir medeniyetin varlığı hakkında bilimsel ve şüphe götürmez deliller vardır...
Peru’nun guano (huano) deniz kuşu dışkısı, çürüyen vücutları, yumurtaları, fok balığı kalıntıları gibi karışımlardan elde edilen değerli gübresi -ki bunun tertibi tam olarak bilinmemektedir- Güney Amerika sahili ve Pasifik adalarında birikmiştir. Bunu ilk keşfeden ve dünyanın dikkatini bu konu üzerine çeken 1804’te Humboldt olmuştur. Humboldt, Chinca adaları ve diğer adalardaki granit taşların 50-60 feet[16] kalınlığında bu gübre tortusu ile kaplanmış olduğunu tespit ederek, fetihten beri 300 yılı geçkin sürede sadece birkaç katman kalınlığında tortu birikimi olduğunu belirtmiştir. Durum böyle ise 60 feet derinliğinde tortu birikimi için kaç bin seneye ihtiyaç vardır? Bu sorunun cevabı basit bir matematiksel hesaba dayanır. Bu meyanda keşfedilmiş Peru eski eser kalıntıları ile bir alıntı yapabiliriz. Chinca adalarında 62 feet yerin altına gömülü taş idoller, su çanakları bulunmasına karşın 33-35 feet derine gömülü ağaçtan yapılmış idollere rastlanmıştır. Guanapi adalarında guano birikintisinin altında, aynı Truxillo’nun güneyi ve Macabi’nin kuzeyinde olduğu gibi mumyalar, kuşlar, kuş yumurtaları, altın ve gümüş süs eşyaları bulunmuştur ..... Sadece üç yüzyıl önceye dayanan fetihten beri, kayda değer bir tortu birikintisine rastlanmadığı göz önüne alınarak, otuz ve altmış feet derinlikteki tortu birikintisi için gereken yüzyıllar saptanabildiğinde, bu kalıntıların eskiliği hakkında bir bilgi sahibi olunabilir.
Tam olarak matematiksel bir hesapla, her inch için 12 katman, 12 inch[17] için de 1 foot olarak hesap edersek, her katmanın bir yüzyılda oluştuğunu hesaba katarsak, ..... kıymetli altın vazoları yapanların 864.000 yıl önce yaşadıklarını görürüz! Yanılsamalar için geniş bir emniyet payı ayırırsak ve her yüzyılda iki katman verirsek, hadi her yüzyılda 1 inch verirsek, 72.000 yıl önceki bir medeniyetle karşılaşırız. Kamusal eserlerini, yapılarının dayanıklılığını ve muazzamlığını göz önüne alırsak bu medeniyetin bizimki ile eşdeğer, hatta bazı alanlarda daha üstün olduğunu görürüz ..... Verdiğimiz en son bilgiler güvenilir kaynaklara, Peru’ya dair antik eserlerin araştırılmalarına, yukarıda bahsedilen Dr. Heath’in raporuna dayanmaktadır.
“Bu taştan, harçsız inşa edilmiş yapıların tümünü İnka medeniyetitarihi ile ilişkilendirmek, Hindistan’daki her taş tapınağı Budist kazılarına atfetmekten de büyük bir yanlıştır. Dr. Heath’in de aralarında bulunduğu birçok otoritenin göz önüne koyduğu gibi, İnka tarihi sadece milattan sonra on birinci yüzyıla kadar dayanıyor. Bu zamandan Fethe kadar geçen sürede bu kadar heybetli ve sayısız eseri ortaya koymak kesinlikle imkânsızdır ve İspanyol tarihçilerinin de bunlar hakkında pek bir bilgisi yoktur ..... Bütün eserlerin İnka medeniyetine ait olduğu görüşüne kuvvetle karşı çıkan başka bir gerçekse, İnka medeniyetinin yazılı lisandan mahrum olmasına karşın, bu çağlar öncesi antik kalıntıların hiyerogliflerle kaplı olmalarıdır. Cuzco’daki Güneş Tapınağı İnka medeniyetine atfedilir. Bu yapıAndlarda görülen beş tip mimari yapının sonuncusudur. Bu yapıların her biri insan gelişiminin ayrı bir çağını temsil etmektedir.”
Peru ve Orta Amerika’daki hiyeroglifler İnka medeniyetinde olduğu gibi bizim kriptologlarımıza da ölü bir mektup olarak kalmışlar ve kalacaklardır da. İnka medeniyeti aynen barbar antik Çinliler ve Meksikalılar gibi kayıtlarını quipus (Peru dilinde düğüm) olarak tutmuşlardır ..... Birkaç feet uzunluğunda farklı renklerde iplerden oluşmuş bir sicim; ucunda birçok saçak sallanıyor; her renk anlaşılır bir nesneyi ifade ediyor; böylece düğümler şifre vazifesini görüyorlar. Prescott’un belirttiği gibi, “Quipus’un gizemli bilimi Peruluların birbirleri ile fikir alışverişi yapmalarını sağlamış ve onları gelecek nesillere aktarmayı amaçlamıştı”... Nasılsa, her bölgenin bu ayrıntılı kayıtları kendilerine göre ayrı bir yorumlama yöntemi vardı. Böylece her quipus sadece bulunduğu bölgede anlaşılabilirdi. Dr. Heath’in aktardığına göre; “Mezarlardan çıkarılan birçok quipus renk ve doku açısından mükemmel korunmuş durumda bulunurken, eski eser arayıcılarının her bulduklarının tam yerini not etmeyi ihmal etmeleri yüzünden, sözleri telaffuz edebilecek dudaklar sonsuza kadar fonksiyonlarını yitirmişler, böylece bütün öğrenmek istediğimiz o en son günde açıklanana dek mühürlenmiştir...”; o zaman açıklanacaksa şayet. Fakat hâlâ aklımız yerinde, beynimiz çalışırken ve bize fikir verebilecek bazı önemli hakikatleri görebilecek durumdayken; arkeoloji, jeoloji, etnoloji ve de diğer bilimlerin sürekli keşifleri ile şu sırada da bir şeyler açığa çıkarabiliriz ..... – Perulular ve Meksikalılar. “Nasıl değişmişler! İnka medeniyeti bir zamanlar olduğu mükemmel durumdan nasıl gerileyip düşmüş; küçük, yüz altmış kişi kadar bir grup dağ evlerine hiç yara almadan sızabiliyor, taptıkları krallarını ve binlerce savaşçılarını katledebiliyor, servetlerini alıp götürebiliyor; bütün bunlar öyle bir ülkede cereyan ediyor ki, bir zamanlar birkaç kişi bile taşlarla bir orduya karşı koyabilecek güçteyken! Kim şimdiki Inichua ve Aymara yerlilerinde onların asil atalarını fark edebilir?” ..... Böyle yazıyor Dr. Heath, Peru Eski Eserleri adlı kitabında; korkusuz bir araştırmacı ve gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eden, tartışma kabul etmeyen dogmatik muhalefet karşısında açıkça konuşmaktan çekinmeyen bir bilimadamı olarak, Peru’daki eski eserler hakkındaki izlenimlerini özetlerken; “And dağları okyanus seviyesinin yüzlerce feet altına üç kere battı ve şimdiki seviyesine zaman içinde yükseldi. Bir insan hayatı yüzyılları kapsayan bu sürecin sayılabilmesi için çok kısa kalır. Peru kıyıları, Pizzaro’nun çizmeleri altında çiğnenmesinden beri, 80 feet yükselmiştir.And dağlarının aralıksız aynı hızla yükseldiğini varsayarsak, şimdiki yüksekliklerine ulaşmaları için 70.000 yıl geçmiş olması gerekmektedir.”
Bu bağlamda, Theosophist Ağustos 1880’de yayınlanan Bir Gizem Ülkesi IV sonundaki notlar bölümünde bir okuyucunun, Kalküta’dan bir okuyucunun, dergiye yolladığı 11 Temmuz tarihli mektubu yayınlanmıştır. Okuyucu mektubunda Blavatsky’nin Theosophist Nisan 1880’de Bir Gizem Ülkesi II’de yayınlanan bu konudaki görüşlerine karşı çıkmaktadır. Söz konusu mektup ve Blavatsky’nin cevabı ana hatlarıyla aşağıda verilmektedir:
“Bir Gizem Ülkesi” Notlar:
“Theosophist’in Editörüne ..... Fakat sizinle hemfikir olamadığım bazı hususlar da mevcut. İki dünyanın ilkel halkları arasındaki davranışlar, sosyal alışkanlıklar, gelenek ve göreneklerdeki çarpıcı benzerliğin sebebi olarak eski Platonik Teori’ye, aralarındaki toprak bağlantısına başvurmuşsunuz. Fakat son günlerde Novemyara’da yapılan araştırmalar bu teoriyi tamamen ve tartışmasız olarak çürütmüştür. Bu araştırmalar, ta başlangıçtan beri Avustralya’nın Asya’dan ayrılması dışında Atlantik veya Pasifik Okyanusunuoluşturacak büyüklükte bir kara çöküntüsünün olmadığını, bu denizlerin en eski havzalarının büyük ölçüde değişikliğe uğramadığını ispat ediyor. Fiziksel coğrafyasında, Prof. Geike kıtaların geçmişte her zaman şimdiki pozisyonlarında olduğunu savunuyor. Sadece kıyıların denizden birkaç mil kadar ileriye gittiğini kabul ediyor.
Eğer M. Quatrefage’nin denizden göç teorisini kabul etmiş olsaydınız böyle bir hataya düşmezdiniz. Orta Asya düzlüklerinin insan ırkının ilk görüldüğü bölge olduğu bütün monogenistler tarafından kabul görmüştür (çev. monogenistler poligenistlere karşın insan ırkının tek bir türden oluştuğuna inanırlar). Ardı ardına gelen dalgalar halindeki göçlerle bu bölgeden dünyanın en uzak köşelerine kadar dağıldığı kabul ediliyor. Buna göre eski Çinlilerin, Hintlilerin, Mısırlıların, Peruluların, Meksikalıların; bir zamanlar aynı bölgede yaşayan bütün bu insanların ..... yaşam tarzlarının bazı unsurlarında benzerlikler göstermeleri hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. İki kıtanın Bering boğazındaki yakınlığı, göçmenlerin Asya’dan Amerika kıtasına geçmesini mümkün kılmıştır. Tassen akıntısının biraz güneyindeki,Kourosivo veya Japonların black stream’i (akıntısı) Asyalı denizcilere önemli bir rota oluşturur. Çinliler çok eski devirlerden beri denizci bir ulustular. Bundan yola çıkarak Çinlilerin mavnalarının aynen şimdiki zamandaki Portekizli dümenci Cabral gibi Amerika kıtası kıyısına kazara sürüklenmiş olabileceği hiç de imkânsız değildir. Fakat bütün bu ihtimalleri ve tesadüfleri bir yana bıraksak da Çinlilerin pusula iğnesini MÖ 2000 gibi çok eski bir tarihte keşfettiklerini de göz ardı edemeyiz. Pusulanın ve Tassen akıntısının yardımıyla Amerika kıtasına geçmeleri pek de zor olmamıştır. Paz Soldan’ın bizlere Geografia del Peru adlı eserinde aktardığına göre orada küçük bir koloni oluşturmuşlar ve de “beşinci yüzyılın sonlarına doğru Fou Sang’a (Amerika kıtasına) Buddha’nın doktrinlerini ulaştırmak üzere” Budist misyonerler yollamışlardır. Bu söylenenler birçok Avrupalı okuyucu açısından hiç de hoş olmayabilir. Amerika kıtasının keşfinin onların elinden alınmasına, zarifçe tanımladıkları şekliyle “yarı barbar bir Asya kavmine” atfedilmesine karşıdırlar. Ama ne yazık ki bu tartışmasız bir gerçektir. A.D. Quatrefages’in “Human Species” (İnsan Türleri) eserinin 18. bölümü Çinlilerin Amerika kıtasını keşfi hakkında bilgi edinmek isteyen herkes için enteresan olabilir. Fakat yetkisi dahilinde ayırabileceği bölüm dar olduğundan, kitabında bu konuya çok az yer verebilmiş. İlgi çekici makalenizi bu yönde değiştirerek tamamlayacağınıza ve bu konu hakkında bilinen tüm ayrıntılı bilgiyi de aktaracağınıza içtenlikle inanıyorum. Gizemli karanlığın içinde kaybolmuş bir noktayı aydınlatmak, bütün hayatı boyunca hakikatin arayışında olan kalemin, onu bulduğunda ne pahasına olursa olsun ona uyması doğrusu her şeye değer.
Kalküta, 11 Temmuz
Bu ayki kısıtlı vaktimiz, görüşlerini zekice ileri sürerek Atlanta Hipotezine karşı çıkan okurumuza detaylı cevap vermemizi engelliyor. Fakat, “son zamanlardaki araştırmalar”a dayanmasına rağmen ve “Atlanta Teorisini tamamen ve tartışmasız olarak çürütmesi” açısından ..... bu görüşlerin cevaplanmasının güç olup olmadığına şöyle bir göz atalım.
Konuya fazla girmeden düşüncelerimizi özetleyebiliriz. Basit bir teoriyi mutlak surette yanılgısız bir dogmaya terfi ettirmenin tehlikesini unutmuş teoristlerin oluşturdukları bu dogmalar, onların peşi sıra gelenler tarafından geçersiz kılınmışlardır. “Atlantik ve Pasifik Okyanuslarını oluşturabilecek büyüklükteki bir kara çöküntüsü hiç oluşmamıştır” iddiasını sorgulamadık. Zira biz okyanusların var oluşlarına dair yeni bir teori oluşturmaya çalışmıyoruz. Okyanuslar ilk oluştukları zamandan beri aynı yerde kalmış olabilirler. Buna karşın bir bütün olan kıtalar parçalara ayrılıp, kısmen sulara gömülmüş ve sayısız adalar ortaya çıkmış olabilir. Batan kıta Atlantis’in de durumu aynen böyle olmuş gözüküyor. Bizim anlatmak istediğimiz, yerkürenin medeni uluslarla dolu olduğu tarih öncesi bir devirde Asya, Amerika kıtası ve belki de Avrupa çok geniş bir kıta oluşumunun parçalarıydılar. Bazıları Bering Boğazı inceliğinde kara parçaları ile bağlı olabildikleri gibi (ki bu boğaz Kuzey Pasifik ve Antartika Okyanuslarını birleştirir, 20 ila 25 fanthom’dan daha derin değildir -çev. Fanthom: kulaç, bir metrelik derinlik-) daha geniş alanlara uzayan kara parçaları ile de bağlı olabilirler. Aynı şekilde, Orta Asya’nıninsanlığın tek beşiği olduğunu savunan monogenistlerle de tartışmayıp --- bu işi bizden çok daha iyi yapabilecek olan poligenistlere bırakmayı tercih ediyoruz. Yine de, monogenistlerin teorisini kabul etmeden önce, savunucularının insan tiplerinin arasındaki dikkat çekici farklılıklara dair; “iklimsel faktörler, alışkanlıklar ve dinsel kültürlere dayandırılan”, tatmin edicilikten uzak bu hipotezlerden daha geçerli olanlarını bize sağlamaları gerekmektedir. M. Quatrefages her zamanki gibi tartışmasız en seçkin tabiat bilimci, fizikçi, kimyacı, zoolog olmakta devam ediyor olabilir. Yine de bizler onun teorilerini başkalarına tercih etmemiz gerekliliğini bir türlü anlamış değiliz. Açıkça görülüyor ki Mr. ..... bu mümtaz Fransızın Souvenirs d’un Naturaliste adlı eserinde aktardığı Atlantik ve Akdeniz kıyılarındaki bilimsel gezilerine atıfta bulunuyor. Mr. Bisvas’ın M. Quatrefages’i tüm bilimsel konularda başvurulabilecek yanılmaz, en yüksek otorite olarak gördüğü aşikâr. M. Quatrefages Fransız Akademisi’nin bir üyesi ve etnoloji profesörü olmasına rağmen bizler Mr. ..... ile aynı görüşü paylaşmıyoruz. Söz konusu bilimadamının, denizlerden göç teorisi, bu teoriye karşı olan yüzlercesi tarafından geçersiz kılınabilir. Hayatımızı hakikatin araştırmasına adamış olan bizler -ki, komplimanları ile bizi takdir ettiği için okurumuza bu konuda teşekkür ederiz- hiçbir konuyu sadece otoriteye olan tartışmasız inanca dayanarak çözemeyiz. HAKİKAT’in peşine, engel tanımadan tam ve korkusuz bir araştırma ile düşeriz. Dostlarımıza da bunun dışında bir yöntemi salık vermeyiz.
Bütün bunlara ilaveten, batan kıta Atlantis hakkında ileri sürülen hikâyeye niçin inandığımıza dair sebeplerin bazılarından bahsetmek istiyoruz. Bu konu hakkında Isis Unveiled’da (Cilt 1, Sayfa 590) zaten kapsamlı olarak bilgi vermiştik.
Birici olarak: Çeşitli ve geniş bir alana dağılmış olan halkların çok eskiye dayanan âdet ve görenekleriyle ilgili kanıtlarımız mevcut. Hindistan, antik Yunan, Madagaskar, Sumatra, Java, Polinezya’nın başlıca adaları ve kuzey, güney Amerika kıtası ile ilgili efsanelerde bu kanıtları görüyoruz. İlkel medeniyetlerle, dünyanın en zengin âdet ve görenek edebiyatına sahip olan Hindistan’ın Sanskrit edebiyatı karşılaştırıldığında bazı konularda tam bir anlaşmaya rastlıyoruz. Bu kültür yelpazesinin zıt iki ucundaki medeniyetlerdeki ortak nokta; çağlar önce Pasifik Okyanusu’nda koca bir kıtanın bulunduğu ve jeolojik bir değişimle suların altında kaldığıdır. Buna dayanarak bizim kesin inancımız -ki bunun da kesin olamayacağı tabii karşılanır- Malaya Archipelango’dan (çev. archipelango: küçük adalar denizi) Polinezya adalarına kadar olan adaların hepsi olmasa da, çoğunluğu bir zamanlar devasa büyüklükte olan batık bir kıtanın parçalarıdır. Okyanusun birbirinden en uzak, zıt taraflarında bulunan Malacca ve Polinez adaları arasında insan hafızasının ulaşabileceği en eski zamanlardan bu yana hiçbir ilişki, iletişim olmamasına rağmen ve hatta birbirlerini hiç tanımadıkları halde bile, bütün bu alanı kapsayan ada ve takımadalar da dahil olmak üzere, hepsinde ortak bir inanç ve görenek vardır. Bu; bir zamanlar ülkelerinin denizin çok ilerilerine kadar yayılmış olduğuna; o sırada dünyada iki devasa kıtanın varlığına; birinin sarı ırk, diğerinin ise koyu ırka ev sahipliği ettiğine; bu iki ırkın birbirleriyle sürekli kavgalarından bıkan tanrıların onları cezalandırmak amacıyla hepsini yuttuklarına dair, ortak inanıştır.
İkinci olarak: Her ne kadar Yeni Zelanda, Sandwich ile Paskalya adalarının birbirlerinden ortalama uzaklıklarının 800 ila 1000 league (çev. league: fersah, çeşitli memleketlere göre değişen yaklaşık 5 km’lik uzaklık ölçüsü) arasında olduğu bir gerçekse de; bunlar ve aralarındaki adaların (Marquesan. Society, Fiji. Tahiti, Samoan ve diğer adalar), bilinen her türlü kanıta göre halklarının pusuladan hiç haberleri bile olmamasına karşın, Avrupalıların bölgeye gelişlerinden önce birbirleriyle haberleştikleri ve hepsinin de kendi ülkelerinin Asya kıtasından batıya doğru uzandığını savunmaları, gerçeğidir. Ayrıca, aşikârdır ki, söz konusu halkların çok az farklılıklarla aynı lisanın değişik diyalektiklerini konuştukları ve birbirlerini zahmetsizce anladıkları da bir gerçektir. Bunların aynı inançları, batıl itikatları, âdet ve görenekleri vardır. Polonez adalarından birkaçı son asırdan (çev. HPB 1831-1891) kısa bir süre önce keşfedilmiştir. Kolombuszamanına kadar Pasifik Okyanusu’nun varlığı bile bilinmiyordu. Okyanustaki tüm adalılar, Avrupalılar sahillerine ayak bastıktan sonra da eski geleneklerinden vazgeçmemişlerdir. Bütün bunlar, bizim teorimizin diğer başka teorilere göre gerçeğe daha yakın olduğuna dair bir sonuca varmamızı sağlıyor. Yukarıda bahsedilenler sadece tesadüfi bir olguya dayandırıldığında, tesadüf kelimesinin adını ve anlamını değiştirmesi gerek.”
Kaldığımız yerden makale serisinden konuya ilişkin alıntılara devam edersek:
“Amerika kıtasının antik kalıntılarını araştırmak için nereye gidersek gidelim -ister Kuzey, Orta, Güney Amerika-, en başta bu eserlerin geçmişindeki bilinmeyen asırların, ırkların ehemmiyetinden ve sonra da Eski Hint, Mısır ve hatta Avrupa’nın bazı bölgelerindeki tepe yapıları ve eski eserlerle olağanüstü benzerliklerinden etkileniriz. Bu eserlerin birini görürseniz diğerlerini de görmüş olursunuz. Bu harçsız taşlarla inşa edilmiş yapıların bir kıtadakini görürseniz diğer kıtalardakiler hakkında da neredeyse kesin bir fikre sahip olabilirsiniz. Sadece şunu söyleyebiliriz; Amerika kıtasındaki antik eserlerin yaşı hakkında Nil vadisindekilerden çok daha az bilgiye sahibiz ki, bunlar hakkında bile pek bir bilgiye sahip olduğumuz söylenemez. Fakat dış görünüşleri dışında, simgelemede Mısır’la, Hindistan’la ve diğer yerlerle açıkça aynı özellikleri taşımaktadırlar. ..... Amerika kıtasının tarih öncesi sakinleri ki, biz bunların adlarını bile bilmiyoruz, ve de Eski Mısırlılar arasında yakın bir ilişkinin olduğunu söylemek aksini iddia etmekten daha akılcıdır. Eğer böyle bir bağlantı söz konusu ise, bu Atlantik Okyanusu’nun şimdi olduğu gibi iki yarı küreyi ayırmadan önceki bir zamanda vuku bulmuş olması gerekir.
Biz Avrupalılar yeni bir devrin en dibinden meydana çıkıyoruz ve yukarı doğru ilerliyoruz. Buna karşın Asyalılar, bilhassa da Hintliler, şimdi sona ermiş daha önceki devirler, sikluslar sırasında hüküm sürmüş ulusların yavaş yavaş kaybolan kalıntılarıdır. Ari halk topluluğunun (çev. Aryan; Hint-Avrupa dilini konuşan tarih öncesi kavim), eski kadim Amerikalılardan mı yoksa eski Amerikalıların tarih öncesi Arihalk topluluğundan mı geldiği kimse tarafından bilinemez. Fakat eski Ari halk topluluğuyla (Aryan),Amerika kıtasının tarih öncesi sakinleri, ki biz bunların adlarını bile bilmiyoruz, ve de Eski Mısırlılar arasında yakın bir ilişkinin olduğunu söylemek aksini iddia etmekten daha akılcıdır. Eğer böyle bir bağlantı söz konusu ise, bu Atlantik Okyanusu’nun şimdi olduğu gibi iki yarı küreyi ayırmadan önceki bir zamanda vuku bulmuş olması gerekir. .....
Meksika uygarlığı Toltec’lerdir. Bunların kuzeyden geldiği varsayılır ve Anahuac’a yedinci yüzyılda girdiklerine inanılır. Ayrıca on birinci yüzyılda Orta Amerika’ya dağıldıklarında hâlâ kalıntıları mevcut olan şehirleri inşa ettiklerine itibar edilir. Buna göre eski yapıları kaplayan hiyeroglifleri de oyanlar onlar olmalıydı. Öyle ise Meksika’da fethedilen halk tarafından kullanılan, misyonerlerin de öğrendikleri resimli yazıların Palenque ve Copan’daki, hatta Peru’daki hiyeroglif yazıları çözebilmemiz için bir ipucu verememesini nasıl izah edebiliriz? Ayrıca bu uygar Toltec halkı kimdir, nereden gelmişlerdir? Onları izleyen Aztekler kimdi? Meksika’nın hiyeroglif sistemlerinden bazılarının yabancı yorumcular tarafından çalışılması engellenmiştir. Bunlar,Lord Kingsborough’un yayınlanan koleksiyonunda ‘mevcut olan fakat açıklanamayan’ adli, hükümsel astroloji (judicial astrology) şeklinde ifade edilen şemalardır. Bunlar mecazi ve semboliktir. ‘Sadece rahipler ve ilahi bilimlerle uğraşanların kullanımı için tasarlanmış ezoterik önem taşıyan’ şemalardır. Palenque ve Copan’daki yekpare anıtların üzerindeki hiyeroglifler de aynı karakterdedir. ‘Rahipler ve ilahi bilimlerle uğraşanlar’, bunların hepsi fetih sırasında fanatikler tarafından öldürüldüğü için sırlar da onlarla birlikte yok oldu.
Kuzey Amerika’daki yapıların hemen hemen hepsi büyük kademeli geniş yollarla yükselen setler halinde inşa edilmiştir. Bunlar kimi yerde kare, çoğunlukla altıgen, sekizgen veya tepesi kesik piramit şeklindedir. Fakat bunlar her bakımdan Meksika’nın ‘Teocallis’leri ve Hindistan’ın ‘Topes’leri ile benzerlik göstermektedir. Topes bu ülkede (çev. Hindistan’da) Lunar halkından (Ay’la ilişkili topluluk) beşPandu’ya atfedilir. Aynı şekilde Bolivya’nın başkentindeki Titikaka Gölü kıyısında harçsız taşlarla inşa edilen abide ve yekpare taş anıtlar devlere atfedilir, ki bunlar ‘tepelerin ardından gelen’ sürgündeki kardeşlerdir. Onlar, ataları olduğuna inandıkları Ay’a taparlardı ve Güneş’in ‘Oğulları ve Bâkireleri’nin zamanından önce yaşamışlardı. Burada yine Güney Amerika ve Ari halk topluluğu gelenekleri arasındaki çok belirgin benzerliği görüyoruz. Aynı zamanda Solar (çev. Güneşe dair) ve Lunar (çev. Aya dair) halkların -Sürya Vansave Chandra Vansa’nın- Amerika kıtasında tekrar gözüktüğüne şahit oluyoruz. .....
Küremizin en olağanüstü yersel çöküntüsünün ortasında yer alan Titikaka Gölü 160 mil uzunluğunda, 50 mil enindedir, güneydoğudakiEl Desagvadero vadisinden başka bir göle, Aullagas Gölü’ne akar. Bu gölün bilinen başka bir çıkışı olmadığından, muhtemelen buharlaşma ve filtrasyon yolu ile daha sığ hale gelmiştir. Gölün yüzeyi 12.846 feet deniz seviyesinden yukarıdadır ve dünyadaki benzer büyüklükteki sulara göre en yüksekte olanıdır. Suyun seviyesinin tarih boyunca çok fazla azaldığını göz önüne alırsak, büyük bir ihtimalle, gölün Tiahuanaco’nun olağanüstü eski kalıntılarının bulunduğu yüksek noktanın da etrafını kaplamış olabileceğini düşünebiliriz.
Hiç şüphesiz burada bulunan anıtlar İnka devrinden önceki en eski halka ait eserlerdir. O kadar eskiye dayanmaktadırlar ki Hindistan’dakiDavidian ve Aryan halklarından da önceki bir zamanda hüküm sürmüşlerdir. Gerçeklere dayanmasa da, İnka göreneklerine görePeruluların yüce yasa yapıcısı ve öğretmeni Manco Capac, güney Amerika kıtasının Manusu, öğreti ve nüfuzunu bu noktadan yaymıştır. Eğer Aymara veya ‘İnka halkının’ başlangıç noktası bazıları tarafından iddia edildiği gibi bu nokta ise, nasıl olur da bugüne kadar gölün kıyılarında yaşayan İnka halkının, Aymaralar ve de eski Perulularıngeçmişleri, tarihleri hakkında en küçük bir bilgileri yoktur? Devlerin bu muazzam yapıları bir gecede inşa ettiklerine dair müphem bir anane dışında en küçük bir ipucuna dahi rastlayamıyoruz. Ayrıca İnkamedeniyetinin Aymara halk topluluğundan olduğuna dair şüpheye düşmek için her türlü nedene sahibiz. İnka medeniyeti soylarının Güneşin Oğluna, Manco Capac’a dayandığını; Aymaralar ise bu kanun koyucunun uygarlıklarının kurucusu ve eğitmeni olduğunu iddia ediyorlar. Buna karşın İspanyol dönemlerinin İnka medeniyeti de, Aymaralar da bunu ispat edememişlerdir. Aymaraların lisanıInichua’dan (İnka dili) çok farklıdır; ve de Dr. Heath’ın bizlere aktardığına göre Güneşin soyundan gelenlerin fethinden sonra lisanlarından vazgeçmeyi reddeden yegane ırk olma özelliğine sahiptirler.” (araştırmacı: Okuyucu; Blavatsky’nin, Kulmar’ın aksine İnka uygarlığının esas kökünün Tiahuanaco uygarlığına dayanmadığını, Aymaralardan ise tamamıyla ayrı olduğunu savunmakta olduğu izlenimine varsa da aslında bu iki görüş birbirlerinden pek de farklı değildir. Kulmar, Tiahuanaco halkının İnka’nın üst sınıfını teşkil ettiğini savunmaktadır. Buna göre İnka’nın saf kökeninin Tiahuanaco’ya dayandığını, Aymara’nın ise, aslında alt bir sınıf olmayıp bölge halkları arasında süregelen çekişmelerin sonucunda zaman içinde birleşen ve tek bir topluluk halini alan birleşik topluluğun parçalarını teşkil etmiş olduğunu da söyleyebiliriz. Aynen dünyanın diğer tüm imparatorluklarında gözlemlendiği gibi topraklarını genişletip diğer halk topluluklarını bünyesine katan bir ulus zaman içinde kökenindeki saflığını kaybetmiştir. Aymara halkı Kulmar’ın görüşüne göre bir “alt sınıf” olmaktan ziyade, zaman içinde imparatorluk idaresine girmiş ayrı kökene sahip bir halk topluluğu olarak da düşünülebilir. ZatenKulmar’ın görüşlerine yer verdiği bilim adamı Riva-Agüero da İnka medeniyetinin özü olanTiahuanaco’nun; Quechuan, Aymara ve Araucanian topluluklarının özde dayandığı paleo-Quechuanlar’dan ayrı olduğunu belirtmiştir. Ayrı kökene sahip dillerin zaman içindeki ilişkilerden benzerlikler geliştirebileceğini de düşünebiliriz. Bütün bunların sonucunda esasta Blavatsky veKulmar’ın görüşlerinin birbirinden hiç de farklı olmadığını açıkça görmekteyiz.)
“Bu kalıntıların en eski kadim dönemlere dayandığına dair kanıtlar mevcuttur. Amerika kıtasındaki tepe yapıtların çoğunda olduğu gibi bazıları piramit planında inşa edilmişlerdir. Bunlar tabanda birkaç acre (çev. 4,39 dönüm) alanı kaplarlar. Yekpare taştan kapı girişleri, sütunlar ve taş idoller o kadar inceden inceye ayrıntılı işlenmiştir ki, ‘Amerika kıtasında şimdiye kadar bulunan sanat kalıntılarına göre tamamiyle değişik bir stilde yontulmuşlardır.’ D’Orbigny bu tarihi kalıntılarla ilgili coşkun ve heyecanlı ifadeler kullanıyor. ‘Bu olağanüstü dev eserler’ diyor, ‘yaklaşık 100 feet yüksekliğine ulaşan tepelerden oluşuyorlar ve bunların etrafını sütunlar, 600’den 1200 feet’e kadar ulaşan uzunluktaki tapınaklar çevirmiştir. Bu tapınaklar kesin olarak doğuya doğru açılmaktadır. Devasa köşeli sütunlarla, yekpare taştan inşa edilmiş kemerli kirişlerle donatılmışlardır. Bütün bunlar Güneşi ve onun habercisi olan Güney Amerika Akbabasını temsil eden hünerli rölyeflerle, baş kısımları yarı Mısır tarzı olan, üstlerinde kabartmalar bulunan bazalt (siyah mermer) heykellerle bezenmiştir. Son olarak içerisi 21 feet uzunluğunda, 12 inch genişliğinde, 6 inch kalınlığında tamamiyle yontulmuş devasa kaya blokundan oluşan bir galeri (saray) vardır. Tapınak ve galerinin ana giriş kapıları İnka’da olduğu gibi eğimli değil, dikey hatlardan oluşur. Çok geniş boyutları, heybetli kütleleri ile güzellik ve ihtişamda Cuzco hükümdarlarının sonradan inşa ettiklerini geçmektedirler.’ Diğer benzer araştırmacılar gibi M. D’Orbigny de bu kalıntıların İnka medeniyetinden çok daha eski bir dönemde yaşamış bir halkın eseri olduğuna inanmaktadır.
Titikaka Gölü eski eserlerinde iki belirgin mimari tarz göze çarpmaktadır. Mesela Coati adası eserleri Tiahuanaco kalıntıları ile her bakımdan ortak özellikler göstermektedir. Aynı şekilde; çok ince, hassasiyetle oyulmuş devasa kaya bloklarıdır ki, 1846’da araştırmacıların raporuna göre ‘3 feet uzunlukta, 18 feet genişlikte, 6 feet kalınlıktadırlar’. Buna karşın Titikaka Gölü civarında çok büyük miktarda karşımıza çıkan abidelerde, ‘tam olarak Peru stili olarak tanımlanabilecek, İspanyollar tarafından yıkılmış tapınaklar olduğuna inanılan’ eserlerle karşılaşılmıştır. İçinde insan figürü bulunan meşhur mabet burada ilk bahsedilen stile uymaktadır. Giriş kapısı 10 feet yükseklikte, 13 feet genişlikte, kapı girişi yekpare taştan oyulmuş ve 6 feet - 4 inch’e, 3 feet - 2 inch ölçülerindedir.’ Doğu cephesindeki pervazda garip bir şekli olan insan figürü bulunmaktadır ki, başında ışın çizgilerinden oluşan bir taç vardır. Bu taçtaki ışın çizgileri arasına taçlı başları olan yılan figürleri serpiştirilmiştir. Bu insan figürünün iki yanında üçer sıra kare bölmeler bulunmaktadır. Bu bölmeler insan ve başka figürlerle doludur. Belli ki bu temsili bir tasarımdır.....’ Eğer bu tapınak Hindistan’da olsaydı, dünyanın tamamiyle başka bir bölgesinde olmasına rağmen, hiç şüphesiz Shiva’ya atfedilebilirdi. Shaiva veya Naga kabilesi inançları bu karşıt bölgedeki insanların bilgi dağarcığına nüfuz edememiş olmasına rağmen, Meksika yerlilerinin yılana tapan başbüyücüleri Nagal vardır. Bir tepenin üstünde bulunan kalıntıların etrafındaki su izlerinden anlaşılacağı gibi, bu tepenin bir zamanlar Titikaka Gölü’nde bir ada olduğunu gösteriyor. ‘Gölün su seviyesi şu sırada 135 feet daha düşüktür. Kıyıları 12 mil uzunluktadır. Bu gerçek, diğer bilgilerle de birleştirildiğinde, bu kalıntıların Amerika kıtasında bulunan diğer kalıntılardan çok daha eski, kadim bir döneme ait olduklarını doğrular. Böylece bütün bu eski eserler hep birlikte ‘Perululardan önce yaşamış olan aynı bilinmeyen gizemli halka atfedilmektedir ve bu kadim medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Aynı Azteklerden önce yaşamış olan Tulhuateca’lar veya Toltec’ler gibi ..... geriye devasa anıtlar bırakmışlardır...’ Bütün bu anıtlar Dracontias - kutsal yılana ait olan veya Güneşe adanan tapınaklardır.
Teotihuacan’ın piramit kalıntıları, Palenque ve Copan’ın yekpare taştan anıtları, bu karakteristiğe uyar. Teotihuacan’daki piramitler Mexico City’ye takribi sekiz fersah (çev. yaklaşık 40 km) uzaklıktaki Otumla düzlüğündedir ve civarın en eski eserleri olarak değerlendirilmektedir. Önemli iki tanesi sırası ile Güneş ve Aya adanmıştır. Kare kesilmiş taştan dört kat, en üstte düz kesit olmak üzere inşa edilmişlerdir. Güneşe adanmış olan en büyüğü, 221 feet yükseklikte, tabanda 680 feet2 boyutlarında olup, 11 acre (çev. acre 4,39 dönüm) yer kaplamaktadır. Bu haliyle Keops piramidine hemen hemen denktir. Ayrıca, Humboldt’un incelemelerine dayanarak, Cholula piramidi Teotihuacan piramidinden 10 feet daha yüksektir; tabanda 1400 feet2’dir ve 45 acre yer kaplamaktadır! .....
İspanyol istilasının ilk dönemlerine tanık olan yazarların, tarihçilerin bu eski kalıntılar ..... hakkında kaydettikleri ilginçtir. ‘Uçsuz bucaksız dörtgen bir alanı kapsamaktadır; 8 feet kalınlıkta, üzerinde mazgallı siperler bulunan kireç bir duvarla çevrelenmiş ve birçok duvar yılan şeklinde taş figürle donatılmıştı’ diyor bunlardan biri. Cortez’in görüşüne göre bu alanın içine rahatlıkla 500 ev sığdırılabilirdi. Yerler o kadar pürüzsüz cilalı taşla döşenmiş ki, ‘İspanyolların atları kaymadan ilerleyemiyorlardı’ diye kaydediyor Bernal Diaz. Bu bağlamda, Meksika’yı fethedenin İspanyollar olmadığı, aslında onların atlarının olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Avrupalılar kıyılarına ayak basana dek, Amerika kıtasının bu halkı daha önce hiç atla karşılaşmamıştı. Yerliler oldukça cesur olmalarına karşın, ‘atların görüntüsüyle ve top ateşiyle karşılaştıkları an o kadar dehşete düşmüş ve hayretle donup kalmışlardı ki, ‘İspanyolları ilahi varlıklar sanmışlardı’. Yanlış anlamanın doğurduğu panik, bir avuç insanın sayısız, binlerce savaşçıyı nasıl da kolayca yendiğini açıkça anlatmaya yetiyor.
..... Peru’ya baktığımızda değişik devirlerin kalıntıları ..... olağanüstülük açısından hiç de geri kalmazlar. Vahşi, yıkıcı işgalcilerin çizmeleri altında ezilmiş olmasına rağmen Cuzco’daki Güneş tapınağı hâlâ etkileyici. İşgalcilerin bizzat kendilerinin anlatımlarına itibar edersek, ilk buldukları haliyle burası sanki bir peri masalı şatosuymuş. Devasa yuvarlak bir taş duvar esas tapınağı, küçük ibadet alanlarını ve binaları tamamıyla çevirmiştir. Bu yapı şehrin göbeğindedir. Sadece kalıntıları bile tüm gezginleri hayretler içinde bırakmaktadır. ‘Çevrilmiş kutsal alanda su kanalları açılmıştı, içinde tabiattan aynen taklit edilmiş altın ve gümüş çiçek ve çalılarla dolu bahçeler ve aralarında patikalar vardı. 4000 rahip hazır bulunuyordu. Tabanı’, diyor La Vega, ‘tapınağın etrafında, 200 adıma kadar kutsal sayılıyordu ve bu sınırdan içeriye hiçkimse yalınayak olmaksızın giremiyordu.’ Cuzco’da bu büyük tapınağın yanı sıra 300 kadar daha az ehemmiyetli tapınaklar da vardı. Bahsettiğimiz bu büyük tapınaklardan sonra, Pachacamac’ın güzellikte ünlü tapınağı gelir. Ayrıca Humbolt tarafından bahsedilen başka bir önemli Güneş Tapınağı da; ki ‘bu Cannar tepesinin başlangıç noktasındadır, Güneş Tapınağı büyük bir kayanın ön yüzünde tabiat tarafından meydana getirilmiş ışığın evrensel sembolü ile oluşmuştur.’ Roman’ın bize aktardığına göre ‘Peru tapınakları yükseklerde, tepelerin üstünde inşa edilmişler ve birbiri içine üç ile dört toprak dairesel setle çevrelenmişlerdir.’ Bizzat benim (çev. makalenin yazarı HPB) gözlemlediğim, özellikle tepe yapılar iki, üç, dört sıra taşlarla dairesel çevrilmiştir. Ulloa,Cayambe kenti yakınlarındaki antik bir Peru tapınağını şöyle anlatıyor; ‘kusursuz daire biçiminde ve tepesi açık’ işte böyle birkaç tane ‘cromlech’ (çev. kadim dönemlerden kalma etrafı daire şeklinde büyük dikme taşlarla çevrilmiş abide) vardı. Madras Times 1876’dan,Bangalore civarındaki bazı garip tepe yapıları hakkındaki makaleden alıntı yaparsak, Mr. J.H. Rivett Carnac’ın Arkeolojik Notlarında “..... Köyün yakınında açıkça görülebilen en az yüz cromlech vardı. Bu cromlech’ler dairesel şeklinde taşlarla çevrilmişti, bunlardanbazıları eşmerkezli üç veya dört daire halinde çevrilmişti. Büyük taşlarla dört daire halinde çevrilmiş olan birinin olağanüstü bir görüntüsü vardı ve buna yerliler tarafından ‘Pandavara Gudi - Pandaların Tapınağı’ adı verilmişti..... İşte bu yapı yerlilerin çoğunluğu tarafından soyu tükenmiş veya mitolojik bir nesile atfedilen yapılardan ilkini teşkil ediyordu. Bu yapılardan çoğunun üç, bazılarının iki, birkaçının bir taştan oluşan daireleri vardı.” 35. derece enlemde, Kuzey Amerika’nın Arizona Kızılderililerinin günümüze dek kalan kabaca yapılmış sunakları vardır. Bunlar da tıpa tıp dairelerle çevrilmiştir. Majgor Alfred R. Calhoun,F.G.S, (ABD Ordusu Teftiş Komisyonundan) tarafından keşfedilen Arizona Kızılderililerinin Kutsal Pınarı da aynı şekilde oluşmuş sembolojik taşlarla çevrilmiştir. Aynen Stonhenge ve başka yerlerde olduğu gibi...
Bize Peru antik kalıntılarına dair en enteresan ve kapsamlı bilgileri, daha önce de bahsettiğimiz gibi, Mr. Health veriyor. Bu kalıntılar hakkındaki bilgiyi periyodik çıkan bir derginin birkaç sayfasına sığdırmaya çalışırken özetliyor. Yine de, buna rağmen bu eserlerin zenginliği hakkında ustaca ve çok açık bir görüntü çiziyor. Huanca’ları talan ettikleri için bu günlerde birden çok hazine avcısı zengin oldu. Bilinmeyen ırkların sayısız jenerasyonlarının kalıntıları orada kimbilir kaç asırdır rahatsız edilmeden uyurken, şimdi kutsala hürmetsiz hazine avcıları tarafından tropik güneşin altında un ufak parçalanmaya terk ediliyorlar. Belki de Mr. Health’in vardığı sonuçlar bulgularından çok daha şaşırtıcı ve kayda değerdir. Onun tanımlamalarını kısaca aktaracağız:
‘70° 24’ güney enleminde, Peru’da, Pacasmayo limanının dört mil kadar kuzeyindeki Jeguatepegue vadisinde aynı adı taşıyan bir nehir bulunur. Jeguatepegue nehrinin yakınında, güney kıyısının yanında, ¼ mil2 alanında, 40 feet yüksekliğinde kerpiçten veya güneşte pişmiş kiremitten inşa edilmiş, yükseltilmiş bir platform bulunur. 50 feet genişliğinde bir duvar bu platformu bir başkası ile birleştirir ki, bu da 150 feet yüksekliğinde, 200 feet karşıdan karşıya (çev. çaprazlama, eninde), tabanda 500 feet (çev. çaprazlama, eninde, uzunluğunda) yaklaşık olarak bir kare şeklindedir. Bu sonuncusu oda bölmeleri şeklinde, 10 feet2 tabanında, 6 feet2 tepede ve 8 feet yüksekliğinde inşa edilmiştir. Bütün bunlar aynı tip tepe yapılardır. Güneş Tapınakları veya kaleler de olabilirler. Kuzey kenarları giriş için meyillidir. Hazine avcıları bu ikinci bahsedilenin yaklaşık yarısına kadar olan kısmını parçalamışlardır. Söylendiğine göre 150.000 dolar değerinde altın ve gümüş süs eşyası bulunmuştur.’ Burada bulunan binlerce iskeletin yanında bolca altın, gümüş, bakır süs eşyaları ve mercan boncuklar bulunmuştu. Ve Mr. Health devam ediyor; ‘Nehrin kuzey yakasında etrafı duvarlarla kaplanmış bir şehrin geniş (iki mil genişliğinde, altı mil uzunluğunda) bir alana dağılmış kalıntılarına rastlanır..... Nehri dağlara kadar takip edersek, yol boyunca kalıntı ardına kalıntıyla, huanca ardına huanca’yla (gömü alanları) karşılaşırız.’ Tolon’da bir tane daha harabeye dönmüş şehir vardır. Beş mil kadar ileride, nehrin yukarısında, ‘dört ile altı feet çapında, üstü hiyerogliflerle kaplı tek bir granit kaya kütlesi vardır; on dört mil ötede iki derin kayanın (kanyon) birleştiği yerdeki bir dağ noktasında 50 feet’ten daha yükseğe kadar uzanan aynı çeşit hiyerogliflere rastlanır ki; kuşlar, balıklar, yılanlar, kediler, maymunlar, insanlar, güneş, ay ve birçok garip ve de şimdi anlaşılmaz şekillerden oluşmuştur. Bütün bunların üzerine oyulduğu silikatlı kumtaşındandır ve çizgiler bir inch’in sekizde biri derinliğindedir. Büyük bir taşta üç delik vardır ki, bunlar 20 ile 30 inch derinliğinde, ağızda 6 inch, zirvede 2 inch’tir. Anchi’de Rimac nehrinde, nehir yatağına 200 feet dikey bir duvarın üzerinde, tam mükemmel olmayan B ve mükemmel D’yi temsil eden hiyeroglif vardır. Onların altında, nehrin yanındaki bir yarıkta, 25.000 dolar değerinde altın ve gümüş gömülü bulunmuştur. İnka’lar reislerinin fidyesini getirirlerken onun katledilmiş olduğunu duyunca ne mi yapmışlar? Söylentiye göre fidyeyi gömmüşler..... Yonan’daki bu işaretler İnka şehri yakınlarındaki yol üzerinde olduğuna göre bir şeyleri anlatmaması hiç mümkün mü?’
“Yukarıda bahsedilen 1878 Kasımında yayınlanmıştı. 1877 Ekiminde, ‘Isis Unveiled’ (çev. Peçesi Kaldırılmış İsis) eserimde (cilt I, sayfa 595) bir efsaneden bahsetmiştim. Fakat burada onu tekrarlamak çok uzun zaman alacağı için yersizdir. Sizi temin ederim ki söz konusu hazine gömüsünü İnka’nın fidyesi ile ilişkilendirmiştim. Bir dergi nazik olmaktan ziyade hicivli bir lisanla bu görüşümü Baron Munchausen’in hikâyeleri ile aynı kategoriye koydu. Ama bu sırrı bana bir Perulu vermişti. Arica’da, Lima’dan gelirken devasa bir kaya vardır ve ananevi aktarıma göre bu İnka’nın mezarıdır. Batan güneşin son ışınları bu kayanın yüzüne vurduğunda, üzerine yazılmış hiyeroglifleri görebilirsiniz. Bu yazı karakterleri yer altında koridorlarda gömülmüş büyük bir hazinenin yerini göstermektedir (araştırmacı:Blavatsky daha sonraki yazılarında bazı yerleri, bilhassa hazinelerin bulundukları yerleri, gizlemek amacıyla yanlış adresler verdiğini itiraf etmiştir). Bunun detayları ‘İsis’te verilmiş olduğundan ben bunları tekrarlayamayacağım. Şu sıralarda bunu destekleyen kanıtlara birden fazla bilimsel araştırmada rastlanabiliyor; ve böylece bu ifade geçmişe nazaran daha fazla ciddiye alınabilir. Yonan’ın birkaç mil ötesinde, nehirden 700 feet yukarıda bir dağın sırtındaki düzlükte bir başka şehrin duvarlarına rastlarız. Altı ila on iki mil ötede geniş bir alana dağılmış duvarlara ve teraslara rastlarız. Burası kıyıdan yetmiş sekiz mil içeridedir. ‘Dağın sırtından 7000 feet yukarıya doğru zikzaklar çizerek tırmanırsanız, sonra da 2000 feet aşağıya inerseniz’, Coxamolca’ya ulaşırsınız. Bu antik şehirde tehlikeli Pizzaro’nun talihsiz İnka Atahualpa’yı esir tuttuğu ev bugüne dek duruyor. O ev ki; ‘İnka 1532’de özgürlüğüne karşılık Pizzaro’nun uzanabildiği kadar yüksekliğe ulaşana dek evi altınla doldurmaya söz vermişti.’ Sözünde durdu ve evi 17.500.000 dolar değerinde altınla doldurdu. İspanya’nın eski domuz çobanı ve din adamı Hernando de Lugues’in kıymetli yardımcısı olan Pizzaro şerefi üzerine yemin vermesine rağmen İnka’yı katletti. Bu şehirden üç mil ötede ‘bilinmeyen bir şekilde yapılanmış bir duvar var. Çimentolanmış; çimento taştan daha sert..... Chepen’de yirmi feet yüksekliğinde duvarı olan bir dağ var ve zirvesi tamamıyla yapay. Pacaomaya’nın güneyinden 50 mil ötedeHuanchaco Limanı ile Truxillo arasında Chimao Krallığı’nın başkenti olan Chan-Chan’ın kalıntıları bulunmaktadır. .... Şehre giden yol, kalıntıların bulunduğu bölgeden geçmektedir. Yerden dört feet yüksekliğinde bir patikaya girilir. Bu geçit bir büyük küme kilit kalıntıdan diğerine yol verir; bunun altında bir tünel bulunur.’ Bunlar ister kaleler, şatolar, saraylar veya ‘huanca’ adını taşıyan gömü tepecikleri (çev. höyük) olsunlar, hepsine de huanca denir. At sırtında saatlerce bu kalıntıların arasında dolaştığınızda kafanız karışır. Araştırmacılar da hangilerinin saray olup olmadığını gösteremezler..... Çevrelenmiş, en yüksek olanlar çok fazla uğraşa mal olmuştur muhakkak.”
(araştırmacı: Makalenin bu bölümünde sözü geçen efsane hakkında bilgi toplamak amacı ile HPB ‘Isis Unveiled - Peçesi Kaldırılmış İsis’ Cilt I, sayfa 595-596’yı araştırdık ve ilgili kısımları size aynen naklediyoruz.):
‘..... Kuzey ve Güney Amerika’da ve Batı Hint Adalarında bulunan birçok eski kalıntı batmış olan Atlantis’e atfedilir. Ayrıca eski dünyanınhierophantlarına da atfedilirdi ve bunların da birbirleri ile irtibatta olduklarına inanılırdı. Şimdi sulara batmış ülkenin majisyenlerinin toprak altından her yere giden geçiş ağına sahip olduklarına inanılırdı. Bu gizemli katakomblarla ilgili olarak şimdi size çoktan ölmüş olan bir Perulunun anlattığı hayret verici hikâyeyi nakledeceğiz. Bu hikâyeyi ülkesinin iç kısımlarında birlikte seyahat ederken anlatmıştı. Bunda bir gerçek olmalı, zira ....... hikâye son İnka’nın meşhur hazinesini içermektedir.
Perulu, bize sırrın Pizzaro’nun İnka’yı katletmesinden beri bütün yerlilerce, güvenilmeyen Meztizo’lar hariç tutularak, bilindiğini söyledi.
Hikâye şöyledir: İnka esir alınmıştır ve karısı serbest bırakılması için bir oda dolusu altını, uzanabileceği yüksekliğe kadar olan altını, güneş üçüncü gün batmadan temin edeceğine dair söz verir. Kraliçe sözünde durur, fakat Pizzaro sözünden döner. Bu büyük hazinenin ortaya konulması ile hayrete düşen Pizzaro esas hazinenin kaynağının yerinin kraliçe tarafından açıklanmasından sonra mahkûmun serbest bırakılabileceğini ilan eder. Pizzaro İnka halkının sonsuz bir madene sahip olduğunu, toprak altından birçok mil ilerleyen bir yol veya tünelde ülkenin birikmiş zenginliğinin saklandığını duymuştur. Talihsiz kraliçe vakit kazanmak için yalvarır ve kâhinlere danışmaya gider. Kurban sırasında başkâhin kraliçeye kutsal siyah aynada kocasının önüne geçilmez katledilişini gösterir; ister hazineyi Pizzaro’ya versin, ister vermesin... Buna dayanarak kraliçe girişin kapatılması emrini verir. Bu kayalık bir duvarda oyulmuş bir dağ boğazı kapısıdır. Rahibin ve majisyenlerin direktifi ile büyük dağ boğazı tepeye kadar taşlarla doldurulur ve yüzeyi bu işlemi gizlemek için kapatılır. İnka İspanyollar tarafından katledilir ve talihsiz kraliçe intihar eder. İspanyolların açgözlülüğü amacını aşar ve gömülen hazinenin sırrı birkaç sadık Perulunun göğsünde saklı kalır.’
Tekrar makaleye geri dönersek:
“İspanyollar tarafından bu ülkede bulunan servet hakkında bir fikir edinebilmemiz için Truxillo kentiBelediyesinden Mr. Heath’in aldığı kayıtların kopyasını veriyoruz. Bunlar 1577 ve 1578 yıllarında‘Toledo Huanca’sında yalnızca tek bir kişi tarafından bulunan hazinelerin ‘Fifths of the Treasury’ (Hazinenin Beşte Biri) kitabındaki raporlarından kopyadır.
- Birinci olarak - Truxillo, Peru’da 22 Temmuz 1577’de Don Garcia Gutierrez de Toledo Kraliyet Hazinesine başvurmuş, kraliyet kasasına ‘a fifth’ (beşte bir) yatırmıştır. 19 ayarında, ağırlığı 2400İspanyol doları değerinde bir külçe altın getirmiştir. Bunun beşte birinin değeri üzerine takdir için alınan 11/2’lik bölüm de eklenince toplam 708 dolarlık miktar kraliyet kasasına yatırılmıştır.
- İkinci olarak - 12 Aralık’ta, 15 ila 19 ayarında, toplam ağırlık değeri 8.918 dolar olan beş külçe altınla başvurmuştur.
- Üçüncü olarak - 7 Ocak 1578’de beşte bir büyük külçe ve plaka altınlarla gelmiştir. Bunların toplamı yüz on beş’tir. 15 ila 20 ayar değerinde, toplam ağırlık değeri 153.280 dolardır.
- Dördüncü olarak - 18 Mart’ta 14 ila 21 ayar değerinde, toplam ağırlık değeri 21.118 dolar olan 16 külçe altın getirmiştir.
- Beşinci olarak - 5 Nisan’da, çeşitli değişik altın süs eşyası getirmiştir. Bunlar küçük kemerler, mısır başlığı modelinde ve diğer değişik şekillerde olup 14 ayarda ve 6.272 dolar ağırlık değerindedir.
- Altıncı olarak - 20 Nisan’da üç küçük külçe altın getirmiştir. Bunlar 20 ayar değerinde ve 4.170 dolar ağırlık değerindedir.
- Yedinci olarak - 12 Temmuz’da kırk yedi külçe ile gelmiştir. Bunlar 14 ila 21 ayar değerindedir ve toplam ağırlık değeri 777.312 dolardır.
- Sekizinci olarak - Aynı gün bir başka parça altın getirmiştir. Bunlar mısır başlıkları, çeşitli hayvan heykelcikleri şeklinde süs eşyalarıdır ve toplam ağırlık değerleri 4.704 dolardır.
Bu tam sekiz kerede getirilen altının toplam değeri 278.174 altın doları veya İspanyol ounce’sidir. (çev. ounce: kuyumcu libresinin on ikide biri, 31 gram). Bunun on altı ile çarpımı 4.450.784 gümüş doları verir. Bundan beşte bir (one fifth) kraliyet payını düşünce -ki bu 985.953,75 dolardır- geriye 3.464.830,25 dolar Toledo’nun payı kalır. Bu büyük vurguna rağmen zaman zaman değişik hayvanların altın heykelcikleri bulunuyor. Kazılardan kare altın parçalarıyla bezenmiş kolsuz mantoların yanı sıra değişik renklerde kuş tüylerinden yapılmış kaftanlar da çıkmıştır. Söylentiye göre Toledo Huanca’sında büyük ve küçük balık diye adlandırılan iki hazine vardı. Sadece küçük olan bulundu. Huanca ve Supe’nin arasında (Supe Callao’nun 120 mil kuzeyindedir) Atahuangri denilen bir noktaya yakın iki devasa tepe yapı vardır. Bunlar birazdan bahsedilecek olan Huatic Vadisi’ndeki Campana ve San Miguel’i andırmaktadır. Supeyakınında, Patavilca’nın beş mil güneyinde ‘Paramonga’ veya kale/hisar diye adlandırılan bir yer vardır. Bu kalenin kalıntıları büyük ölçüde anlaşılabilir durumdadır. Duvarları yaklaşık altı feet kalınlığında işlenmiş kilden inşa edilmiştir. Ana bina bir tepenin üstündedir, fakat duvarı tepenin altına kadar inmiştir. Binanın etrafındaki duvar düzenli siperleri andırır ve tepenin etrafından dolanarak labirent şeklinde aşağıya iner. Bu duvarın birçok köşe çıkıntısı vardır ve muhtemelen mekânı savunma amacı ile bu şekilde inşa edilmiştir. Civardaki kazılardan oldukça büyük miktarda hazine çıkarılmıştır. Bunların tümü tarih öncesi yerliler tarafından saklanmış olmalı, ziraİnka’nın Peru’da hüküm sürdüğü devirlerde bu bölgeyi işgal ettiğine dair hiçbir kanıta sahip değiliz.”
Ancon’dan pek de uzakta olmayan, altı ila sekiz millik bir alanda, ‘kumda her yere dağılmış kafatasları, bacaklar, kollar, tam iskeletler vardır..... Kuzeye doğru on dört mil daha ileride, Parmoya’da ve de deniz kıyısında, bir tane daha büyük bir gömü alanı bulunur. Etrafa hazine avcılarının dağıttığı, binlerce iskelet yayılmıştır. Yarım milden fazla uzunlukta bir alana dağılmışlardır. ..... Tepenin yüzüne kadar bir alandır bu, deniz kıyısından 800 feet yüksekliğe kadar uzanır... Bu yüzlerce, binlerce insan nereden gelmiştir, Ancon’da gömülü olanlar kimlerdir? Arkeolog devamlı bu soruların üstesinden gelmeye çalışır. Sadece omuzlarını silkeleyip yerlilerle birlikte ‘Quien Sabe?- Kimbilir?’ demekten başka bir çaresi yoktur...
Dr. Hutchinson’un 30 Ekim 1872’de Güney Pasifik Times’da yazdığı gibi... ‘Chancay’ın ölülerin önemli bir şehri olduğu kanaatine vardım. Veya Peru’nun uçsuz bucaksız kemik saklama yeri diyebiliriz; zira nereye giderseniz gidin, ister bir dağ tepesine veya düzlüğe veya deniz kıyısına, her yerde kafatası ve kemiklerin her türlü şekliyle karşılaşırsınız.’
Huatica vadisinde, çok büyük alana yayılmış bir kalıntı halinde on yedi tane, ‘huanca’ olarak adlandırılan tepe yapılar vardır. Yazar, böyle adlandırılmalarına rağmen ‘Bunlar gömü alanlarından çok kaleleri veya şatoları andırmaktadır’ diyor. Şehir üç duvarla çevrilidir. Bu duvarlar genelde 3 yard kalınlığında ve 15 ila 20 feet yüksekliğindedir. Bunların doğusunda Pando Huanca’sı diye adlandırılan devasa yapı vardır... ve de önemli kale kalıntıları ki bunlara yerliler Bell Huanca’sı adını vermişlerdir. Büyük ve küçük tepe yapıları serilerinden oluşan La Compana Pando Huanca’ları muazzam bir birikim halinde hesaplanması güç bir alana yayılmışlardır. ‘Bell’ tepe yapısı 110 feet yüksekliğindedir. Callao’ya doğru kare şeklinde, yükseltilmiş bir plato (düzlük) bulunur.
Bu plato 278 yard uzunluğunda 96 yard karşıdan karşıyadır (çev. yard: 0.9144 metrelik İngiliz ölçüsü). Bu plato tepeden sekiz kademe aşağıya doğru iniş kaydeder. Her kademe bir üstündekine göre bir ila iki yard daha aşağıdadır ve toplam olarak uzunlukta ve genişlikte 278 yard’ı bulur (Michigan’dan Tabiat Tarihi Profesörü J.B. Steer’in hesabına göre).
İlk başta bahsedilen kare plato tabanda iki kısımdan meydana geliyor..... her biri 47’ye 48 yard olan tam bir kare; ikisi birleşiyor ve 96 yard olan kareyi oluşturuyor. Buna ilaveten 47’ye 48 yard olan başka bir kare daha var. Başa dönersek, bir vadideki hemen hemen tüm kalıntıların aynı simetride, on ikinin katları ölçülerinde olmaları hayret vericidir. Bu bir tesadüf müdür, yoksa öyle mi tasarlanmıştır?..... Tepe yapı ‘Kale’, tepesi kesik piramit şeklindedir ve hesaplara göre 14.641.820 feet3’lük bir kütleyi barındırıyor..... Bu ‘Kale’ 80 feet yüksekliğinde 150 yard ölçülerinde devasa bir yapıdır. Tepede çok büyük kare odaların ana hatları görülmekle beraber toprakla dolmuşlardır. Buraya bu toprağı kim getirdi, hangi aletle dolum gerçekleşebildi? Bu odalardaki bütün boşlukları gevşek toprakla doldurmak neredeyse bu yapıyı inşa etmek kadar güç olmalı ..... iki mil güneyde buna benzer bir yapıyla daha karşılaşırız, ki bu daha ferah ve geniş olması yanı sıra daha çok bölümlerden (dairelerden) oluşmuştur..... Yaklaşık olarak 170 yard uzunluğunda, 168 yard eninde ve 98 feet yüksekliğindedir. Bütün bu kalıntılar ..... kerpiçten yüksek duvarlarla çevrelenmiş ..... büyük çamurdan tuğlalar, bazıları bir ila iki yard kalınlığındadır. ‘Bell Huanca’sı 20.220.840 feet3 kütle içerir. Buna karşın ‘San Miguel Huanca’sı 25.650.800 feet3 içerir. Bu iki yapının da şu sırada terasları, siperleri, çok sayıda odaları ve kaleleri toprakla dolmuştur.
Ocheran’da ‘Mira Flores’ ... Huatica vadisindeki en büyük tepe yapıdır. Yüksekliği 95 feet, zirvede genişliği 55 yard, toplam uzunluğu 428 yard veya 1.284 feet’tir, bu da on ikinin katıdır. Çift duvarla çevrilmiştir; 816 yard uzunluğunda, 700 yard karşıdan karşıya, böylece 117 acre (çev. acre: 4.39 dönüm) içine alır. Ocharas ve okyanus arasında 15 ila 20 bu şekilde kalıntı kümeleri bulunur.
İnka Güneş Tapınağı, Meksika düzlüklerindeki Cholula Tapınağı gibi, çok geniş topraktan bir piramittir. 200 ila 300 feet yüksekliğinde olup yarım milden daha uzun bir yarım ay şeklindedir. Üstü 10 acre2 ölçüsündedir. Duvarlarının çoğunun üzeri kırmızı boya ile geçilmiş ve yüzyıllar önce ilk boyandıkları gibi parlak gözükmektedir..... Chincha, Guano adalarının karşısında Canete vadisinde, Sgurie’in tanımladığı çok geniş bir alana yayılmış kalıntılar bulunmaktadır. ‘Altın Tepesi’ denilen tepede hanımların şallarını iğneledikleri cinsten bakır ve gümüş iğneler ve bunun yanı sıra cımbızlar ve gümüş fincanlar da bulunmuştur.
Mr. Heath, ‘Peru kıyısının Tumbey’den Lao nehrine kadar uzandığını’ söylüyor. ‘Bütün bu alan boyunca biraz önce bahsedilenin yanı sıra binlerce kalıntıya rastlanıyor. Hemen hemen bütün tepelerde, dağların en üst kısımlarında veya etraflarında, koyaklarda geçmişe ait kalıntılara; orta platoya kadar olan alanda duvarlara, şehirlere, kalelere, yer altı mezarlarına, miller boyunca uzanan teraslara ve su kanallarına rastlarsınız. Düzlüğün karşı tarafında, Andların doğu eteklerinde, vahşi yerlilerin mekânında, balta girmemiş ormanın içlerine doğru da bunlara rastlayabilirsiniz. Senenin birkaç ayı yağmur ve karın durmadan seller halinde yağdığı, korkunç gök gürültüsü ve yıldırımın devamlı yaşandığı dağlarda kalıntılar başkalaşır. Granitten, profiritik kireçten, silikatlı kumtaşından muazzam cüsseli büyük taşlarla harçsız inşa edilmiş bu yapılar zamanın aşındırmasına, jeolojik değişimlere, depremlere ve de savaşçıların ve hazine avcılarının hürmetsiz tahrip edici ellerine karşı koyabilmişlerdir. Taşçılıkta ustaca düzenlenmiş bu duvarlar, tapınaklar, evler, kuleler, kaleler, mezarlar çimento kullanılmadan inşa edilmişlerdir. Taşlar duvarların dikey meyillerine uygun olarak her biri olması gereken şekilde yerleştirilmiştir. Bu taşların altı ve daha çok kenarları vardır ve hepsi birbirlerine uyum sağlamaları, oturmaları için şekillendirilmiştir. O kadar kusursuzca bir araya getirilmişlerdir ki, bir çakının bıçağı bile taşların aralarına giremez; ister yapının tamamı ile gizlenmiş orta kısımlarında olsun, ister dış yüzeylerinde olsun... Bu taşlar şekil ve büyüklük olarak düzenli bir şekilde, belli bir örneğe göre seçilmemişlerdir. Taşlar, yarım foot3’ten 1500 feet3’e kadar değişen tek parça kütlelerden oluşmuşlardır. Milyonlarca taşın arasında birbirlerine tam oturacak taşları bulabiliyorsanız bu tam bir tesadüf olmalı. Cuzco’da, Triumph Caddesinde, Güneşin Bakireleri (Virgins of the Sun) diye adlandırılan tarihi evin bir duvarında on iki köşeli taş denilen büyük bir taş vardır. Bu büyük taşın bu şekilde adlandırılmasının nedeni, her biri değişik açılarda yüzeyi olan on iki taş ile çepeçevre bağlanmış olmasıdır. Bu on iki taştan başka içte bir taşı daha vardır ve bu taşın arkasında da kaç taş olduğunu kimse bilememektedir. Cuzco kalesinin ortasındaki duvarda 13 feet yüksekliğinde, 15 feet uzunluğunda, 8 feet genişliğinde, millerce öteden çıkarılmış taşlar vardır. Bu şehrin yakınlarında dikdörtgen şeklinde yumuşak bir kaya vardır. Uzun kenarı 18 feet, kısa kenarı 12 feet’tir. Bir kenarında nişler oyulmuştur ve bunların her birinin içinde insan durabilir. Eğer içindeki insan vücudunu sallarsa, bu taş da ileri geri sallanır. Görünüşe göre bu nişler sadece bu maksatla oyulmamışlardır. Bu tip eserlerden en harika ve geniş olanı Ollantay - Tambo diye adlandırılmış olup, bu kalıntı Cuzco’nun 30 mil kadar kuzeyinde, Urubamba nehri kıyısında dar bir koyak’ın içindedir. Bu, dik ve pütürlü bir tepenin üstüne inşa edilmiş bir hisardan oluşur. Oradan aşağıdaki düzlüğe taş bir merdiven uzanır. Merdivenin başlangıcında altı büyük bölüm vardır. Bunlar 12 feet yüksekliğinde, 5 feet genişliğinde, 3 feet kalınlığında, yan yana dizilmişlerdir. Aralarında ve üstlerinde 6 inch genişliğinde dar şeritler halinde taşlar bu bölmelere çerçeve oluşturur. Bunların hepsi işlenmiş taşlardır. Tepenin aşağısında, merdivenlerin sonunda, bir kısmı el yapımı olan 10 feet genişliğinde, 12 feet uzunluğunda bir taş duvar düzlüğe, belli bir mesafeye kadar uzanır. Bu duvarda güneye bakan birçok niş vardır.’
İnka tarihinin başladığı Titikaka Gölü’ndeki kalıntılar çoğunlukla tanımlanabilmiştir.
Gölün birkaç mil güneyindeki Tiahmanaco’da sütunlar şeklinde taşlar vardır. Bunlar yarı işlenmiş, bir sırada, birbirlerinden belli uzaklıklarda yerleştirilmişlerdir. Yerden yükseklikleri takribi 18 ila 20 feet’tir. Bu sırada yekpare taştan, şimdi yıkılmış, 10 feet yükseklikte, 13 feet genişlikte bir kapı bulunmaktadır. Bu kapının alanı için açılan bölüm 7 feet 4 inch yüksekliğinde, 3 feet 2 inch genişliğindedir. Kapının üstündeki taşın tüm yüzü oyularak işlenmiştir. Buna benzer fakat daha küçük olan bir başka kapı da yerde onun yanında uzanmaktadır. Taşlar sert porfirdendir (somaki mermer) ve civardaki kaya çeşidinden jeolojik olarak ayrı karakterdedir. Buna dayanarak taşın başka bir yerden taşınmış olduğu sonucuna varabiliriz.
Huari bölgesindeki ‘Chavin’de Huanta kentinde kayda değer kalıntılara rastlanmıştır. Bu kalıntılara giriş bölümü olan geçit 6 feet genişliğinde, 9 feet yüksekliğindedir ve 12 feet uzunluktan fazla olmak üzere kısmi işlenmiş kumtaşı ile üstleri örtülmüştür. Her iki tarafta odalar bulunmaktadır. Bunlar 12 feet genişliğindedir ve üstleri 11/2 feet kalınlığında, 6 ila 9 feet genişliğinde büyük parça kumtaşları ile örtülmüştür. Odaların duvarları 6 feet kalınlığındadır ve mazgal delikleri vardır. Bu, büyük bir ihtimalle havalandırma içindir. Bu geçidin tabanında bulunan çok dar bir giriş yeraltı geçidine yol açar. Bu yeraltı geçidi nehrin altından geçip öbür tarafa ulaşır. Burada bulunan birçok huanca’da taştan içecek kaplarına, bakır ve gümüş aletlere, oturan bir yerlinin iskeletine rastlanmıştır. Bu kalıntıların daha birçoğu su kanallarının üstündedir. Bu hisarlara giden köprüler üç adet işlenmiş granit taşındandır. Bunlar 24 feet uzunluğunda, 2 feet genişlikte, 11/2 feet kalınlıktadır. Granit taşlardan bazıları üzerinde hiyeroglifler vardır.
Arequipa’dan 24 mil ötede Corralones’de granit kütlelere oyulmuş hiyeroglifler vardır. Bunlar sanki tebeşirle boyanmış gibi gözükürler; insan, lama desenleri, çemberler, paralel kenarlar, “R” ve “O” harfleri ve hatta bir astronomi sistemi kalıntılarından oluşurlar.
Castro Virreina bölgesinde Huaytar’daki bir yapıda da ayrı oymalara rastlanmaktadır.
Ica bölgesindeki Nazca’da su kanallarının harika kalıntılarına rastlanır. Bunlar dört ila beş feet yüksekliğinde, üç feet genişliğinde, çok düzgün, çift duvarlı, tam işlenmemiş taştandır. Üstleri yassı kaldırım taşı ile kapatılmıştır.
Quelap’ta, Chochapayas’tan çok uzak olmayan bir bölgede, son zamanlarda çok geniş kapsamlı eserler incelemeye tabi tutulmuştur. 560 feet genişliğinde, 3.660 feet uzunluğunda ve 150 feet yüksekliğinde işlenmiş taştan bir duvar vardır. Alt kısmı kesintisizdir. Bunun üst kısmında başka bir duvar 600 feet uzunluğa, 500 feet genişliğe ve diğeri gibi 150 feet yüksekliğe sahiptir. Her iki duvarda da üç feet uzunluğunda, bir buçuk feet genişliğinde ve kalınlığında nişler vardır. Bu nişlerin içinde eski sakinlerin kalıntıları bulunur. Bunların bazıları çıplak, diğerleri ise belirgin renkleri olan, çok güzel nakışla işlenmiş koton şallarla sarmalanmışlardır.
İkinci ve en yüksek duvarın girişini takip edersek, küçük fırınları andıran mezarlarla karşılaşırız. Bunlar 6 feet yüksekliğindedir ve tabanlarına geniş yassı taşlar döşenmiş ve üzerlerine kadavralar yerleştirilmiştir. Kuzey tarafta, dağın dikey kayalık kısmında, 600 feet tabandan yükseklikte küçük pencereleri olan kiremit bir duvar vardır. Bunun yapılış nedeni bilinmemekte, şu sıralarda da pek bir ulaşım imkânı gözükmemektedir. Burada altın ve gümüş aletler bulunmuştur. Büyük bir özenle işlenmiş devasa yekpare taş bunun İnka öncesi bir devre ait olduğu ihtimalini düşündürmektedir..... Peru’nun tahminen 1200 millik bir alanını kapsayan beş yüz kadar koyak vardır. Her koyak içinde on mil uzunluğunda yükselen sıralar halinde 50 tane kadar teras katlarının bulunduğunu ve bunların koyağın (kanyonun) her iki yanında beş mil uzunluğunda yirmi beş yükselen sıra teraslar halinde uzandığını düşünürsek, toplam 250.000 mil taş duvarla karşılaşırız. Bu taş duvarların ortalama yükseklikleri üç ila dört feet’tir. Bu toplam duvar uzunluğu küremizi on kere dönmeye yeter. Bu tahminler hayret verici olabilir ama ben şahsen esas ölçünün bu tahmini uzunluğun iki katından fazla olabileceğinden eminim. Zira bu derin koyakların uzunluğu 30 ila 100 mil arasında değişmektedir. Rimac nehrinin vadisindeki San Mateo kasabasında -ki burada dağlar nehir yatağından 1500 ila 2000 feet yukarıya yükselmektedir- iki yüz kadar sıra saydım. Bu sıraların hiçbiri dört milden az olmamak kaydı ile, birçoğu altı milden daha uzundu.
‘Peki öyle ise kimdi bunlar’ diye sorguluyor Mr. Heath, “60 mil boyunca graniti oyan; sert porfir (somaki mermer) bloklarını taşıyan; muazzam boyutlarda, çıkarıldıkları yerden millerce öteye; binlerce feet derinlikteki vadilerin ötesinden, dağların üzerinden aşırarak, düzlükleri geçerek; nasıl ve nereden taşıdıklarına dair herhangi bir iz bırakmadan, ki söz konusu halkın odunu kullanmada cahil olduğu (söylenirken), yük taşıyabilecekleri tek hayvanları olan güçsüz lamayla; bu taşları taşıdıktan sonra mozaik işçiliğinin hassasiyeti ile birbirlerine oturtup uyumlaştıran; dağların eteklerine binlerce mil uzunluğunda teraslar, kerpiç ve topraktan tepeler, çok büyük şekiller inşa eden; günümüzde taklit edilemeyecek nitelikte kilden, taştan, bakırdan, gümüşten, altından ve nakış işçiliği ile eserler bırakan; o halk ki görünüşe göre zenginlikte Dives’le (çev. Luka İncili’ndeki zengin adam, servet sahibi kimse), güçte ve enerjide Herkül’le ve çalışkanlıkta karınca ve arı ile rekabet edebilen?”
Callao 1746’da suya batmış ve tamamı ile yıkılmıştı. Lima 1678’de harabeye dönmüştü ve 1746’da3000 evden sadece 20’si ayaktaydı. Buna karşın antik şehirlerden Huatica ve Lurin vadileri bunlara göre daha iyi durumda muhafaza edilmişlerdir. Pizzaro tarafından 1531’de bulunan San Miguel de Puiro 1855’te tamamiyle harabeye çevrilirken; yakınındaki eski kalıntılar bu yıkımdan daha az nasiplerini almışlardır. Areguipa’nın 1868 Ağustosunda yerle bir edilmesine karşın yakınındaki kalıntılarda hiçbir değişiklik olmamıştır. En azından mühendislik alanında günümüz insanı geçmişten çok şey öğrenebilir. Bunun daha birçok şey için de geçerli olduğunu göstermeyi ümit ediyoruz.”
Görüldüğü gibi, aradan bir asıdan fazla zaman geçmesine rağmen, bu gizemli medeniyet hakkında olabilecek en ayrıntılı ve doğru bilgiyi hâlâ Blavatsky’nin Amerika kıtası araştırmalarında bulabiliyoruz.
SONSÖZ
Bir devrin sonuna gelirken, birikimlerini yeni devrin uygarlıklarına aktarma misyonunu üstlenen bilgeler, yeni uygarlıkların tohumlarını ekmişlerdir. Tibet, Hint yarımadası, Mısır ve Amerika kıtası bu oluşumdan nasibini almıştır. Tibet’in uygarlığın aktarılmasından dolayı mı bu mirasa sahip olduğu, yoksa o devrin uygarlığının bir parçası olması dolayısıyla, zaten kendine ait olan bilgiyi korumayı kendine misyon mu edindiği tartışılır. Buna rağmen ikinci görüş akla daha yakındır. Tibet çetin coğrafyası sayesinde bilgeliği uzun bir müddet korumuş ama en sonunda kara büyücülerin dejenerasyonuna teslim olmuştur. Yine de muhakkak ki Tibet tapınaklarında çok özenle korunan bilgiler vardır, ve bunların dışarıya verilmesi tamamen engellenmiştir. Sadece en son olarak Helena Petrovna Blavatsky kabul görmüştür ve ancak onun aktarabilmiş olduğunu kavramaya çabalıyoruz. Uygarlık, Tibet ve Hindistan’a tahmini olarak eşzamanlarda ekilmiş olmalı. Hindistan, çok iddialı gözükmemekle beraber, son dönemlere kadar Buddha öğretisine sadık kalabilmiş ve kendisine diğer devrin aktardığını belli bir ölçüde koruyabilmiş olmasına karşın istikrarlı bir biçimde tutabilmiştir. Kuzey Amerika yerlileri hiçbir zaman birleşip bir imparatorluk kuramamalarına karşın, Avrupalılar topraklarını istila edip onları yok edene değin kendi bünyelerinde kültürlerini koruyabilmişlerdir. Ama yine de onların da medeniyetleri büyük ölçüde saklı kalmıştır. Güney Amerika yerlileri ve bilhassa İnka toplumuistiladan sadece yüz yıl önce büyük bir imparatorluk kurmalarına karşın, Mısır’a eşdeğer bir uygarlık anlayışını sinelerinde barındırmışlardır. İstilayla birlikte bu toplumlar da Kuzey Amerika yerlileri gibi ani olarak son bulmuşlardır. İnka’nın birçok bakımdan Mısır’la büyük benzerlikler gösterdiğini görebiliyoruz. Her iki toplum da birlik bilincinin idrakiyle sosyal dayanışmayı sürdürerek organize olmuşlar, evlerini hatta saraylarını geçici inşa etmişlerdir. İnka halkı evinin ve sarayının damını sazla kapatmış; hem de onca zenginliğine karşın... ama tapınaklarını özenle inşa etmiştir. Mısır halkı göksel hayatın bir benzerini dünya toprağında yaşamaya gayret göstermiştir. Her sene, mutluluk ve bereket getiren Hapi (Nil) nehrinin taşmasıyla yıkılan evini ve sarayını tekrar basitçe inşa etmiş, buna karşın ilahi olana adanmış birçok görkemli tapınak yapmıştır. Mısır ve Amerika halkları mütevazılıkta da benzeşirler. Her iki toplum da altın ve gümüşü sadece törensel amaçla kullanmıştır. İnka, mabet ve bahçelerinde bolca altın kullanmıştır.
Belki de Mısır tohumun ekildiği en son uygarlıktır; Atlantis’in batmasından sonra çok uzun zaman dayanabilen Poseidonis adasının da batmasından önce, son miras da Mısır’a emanet edilmiştir. Çok görkemli bir medeniyet yaşamasına rağmen, bu uygarlık nispeten kısa sürmüştür. Ama çok önemli bir farkla; bu uygarlık çökmeden önce medeniyetinin bir kısmını, büyük ölçüde Sokrates öncesi filozoflar vasıtasıyla Eski Yunan’a aktarabilmiş, oradan Roma’ya aktarılarak şimdiki Batı medeniyetinin temeli teşkil edilmiştir. Artık yolun sonuna yaklaşılmaktadır. Atlantis’in Mısır’a aktardığı, oradan da Eski Yunan ve Roma vasıtasıyla Avrupa’ya aktarılan uygarlık, dejenerasyon ve çöküş sürecine girmiştir. Şimdilerde ise gelecek devirlerin uygarlıklarına Bilgeliği aktarmaya yönelik çalışmalar, hazırlıklar başlamıştır.
KAYNAKÇA:
Heike Owusu, İnka, Maya ve Azteklerde Semboller
Henri Favre, İnkalar
Jorge Angel Livraga, Teb
Jorge Angel Livraga, Atlantis’in Son Prensi Ankor
Helena Petrovna Blavatsky, A Land of Mystery - Seri makaleler, Theosophist: Mart, Nisan, Haziran, Ağustos 1880
Helena Petrovna Blavatsky, Isis Unveiled
Tarmo Kulmar, On the Role of Creation and Origin Myths in the Development of Inca State and Religion
Sir Clements Markham, The Incas of Peru
Pedro Sarmiento De Gamboa, History of the Incas
Garcilaso De la Vega, El Inca - The First Part of the Royal Commentaries of the Incas
Philip Ainsworth Means, Ancient Civilizations of the Andes
Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi, Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi
Tarmo Kulmar, On the Role of Creation and Origin Myths in the Development of Inca State and Religion:
Busto I = José Antonio del Busto Duthurburu, I s.a. Perú Pre-Incaico. Lima: Editorial Universo S.A.
Busto II = José Antonio del Busto Duthurburu, II 1981. Perú Incaico. Lima: Libreria Studium S.A.
Federico Kauffmann Doig, 1991, Introducción al Perú antiguo. Lima: Editores Kompaktos.
Antje Kelm, 1990, Grundzüge der Religionen des zentralen Andenraumes. Altamerikanistik: Eine Einführung in die Hochkulturen Mittel- und Südamerikas. Herausgegeben von Ulrich Köhler. Berlin: Dietrich Reimer Verlag.
Tarmo Kulmar, 1989, Märkmeid totalitaarsest riigist. Vikerkaar, nr. 2.
Tarmo Kulmar, 1999, Zum Problem des Kulturheros in der Inka-Religion. Mitteilungen für Anthropologie und Religionsgeschichte. B. 12, 1997. Münster: Ugarit-Verlag.
María Rostworowski de Díez Canseco, 1988, História del Tahuantinsuyu. Lima: Instituto de Estudios Peruanos.
Laurette Séjourné, 1992, Altamerikanische Kulturen. Frankfurt am Main: Fischer Verlag.
Waldemar Espinoza Soriano, 1990, Los Incas. Economía, sociedad y Estado en la era del Tahuantinsuyo. Lima: Amaru Editores.
Inca Garcilaso de la Vega, 1988, Comentarios reales de los Incas. T. 1. Lima: Editorial Mercurio S.A.
İNTERNET:
09-02-2008 www.sacred-texts.com/nam/inca/inca00.htm
09-02-2008 www.sacred-texts.com/nam/inca/inca01.htm
09-02-2008 www.sacred-texts.com/nam/inca/inca02.htm
09-02-2008 www.sacred-texts.com/nam/inca/inca03.htm
09-02-2008 www.sacred-texts.com/nam/inca/inca04.htm
09-02-2008 http://folklore.ee/folklore/vol12/inca.htm
09-02-2008 http://en.wikipedia.org/wiki/Manchu _Picchu
09-02-2008 http://www.crystalinks.com/incan.html
http://dergi.yeniyuksektepe.org.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder