31 Ekim 2010 Pazar

ANTİK ROMA'DA GÜNLÜK HAYAT

Antik zamanlara ait -bilinebilir bir eskilikteki- bir uygarlıkta günlük yaşam konusunu ele almak, gazeteci tarzında bir makalenin imkânlarını çokça aşmaktadır. Özellikle de okuyucuların yarısı bu konuda temel bilgi düzeyinin üstündeyse... Ne yazık ki bu makaleyi yazdığım dilde hâlâ daha tam olarak yayınlanmamış bazı materyallerden faydalanarak, günümüzde Antik Roma olarak tanıdığımız uygarlığın güncel bir rekonstrüksiyonuna imkân verecek konuları kısaca ele alacağız.Yirminci yüzyılın sonlarına doğru bilgimizi besleyen kaynaklar edebi geleneği aşmış ve tercihen arkeolojik buluntulardan, aynı zamanda müzeler ve özel koleksiyonlardaki materyallerin güncel yorumlarından temel almaya başlamıştır. Heykellerin ve güzel objelerin çalışılmasına, yirminci yüzyılın ilk yarısına kadar önemsenmeyen diğer küçük kanıtların ve hatta çöplüklerin analizleri eklendiği zaman, yorumlanabilir gerçek olgusu önem kazanmıştır. Antik zamanlara ait -bilinebilir bir eskilikteki- bir uygarlıkta günlük yaşam konusunu ele almak, gazeteci tarzında bir makalenin imkânlarını çokça aşmaktadır. Özellikle de okuyucuların yarısı bu konuda temel bilgi düzeyinin üstündeyse... Ne yazık ki bu makaleyi yazdığım dilde hâlâ daha tam olarak yayınlanmamış bazı materyallerden faydalanarak, günümüzde Antik Roma olarak tanıdığımız uygarlığın güncel bir rekonstrüksiyonuna imkân verecek konuları kısaca ele alacağız.Yirminci yüzyılın sonlarına doğru bilgimizi besleyen kaynaklar edebi geleneği aşmış ve tercihen arkeolojik buluntulardan, aynı zamanda müzeler ve özel koleksiyonlardaki materyallerin güncel yorumlarından temel almaya başlamıştır. Heykellerin ve güzel objelerin çalışılmasına, yirminci yüzyılın ilk yarısına kadar önemsenmeyen diğer küçük kanıtların ve hatta çöplüklerin analizleri eklendiği zaman, yorumlanabilir gerçek olgusu önem kazanmıştır. Fiziksel, kimyasal ve radyoaktif araştırmaların ve aynı zamanda hâlâ daha gelişmekte olan derinlemesine bir psikolojik değişimin yardımı dokunmaktadır. Bu değişim; geçmişin kalıntılarını, içinde yaşadığımız dünyadan daha geri olması gerekiyormuş gibi görmemektir. Çünkü uygarlığımızın artık öncekilerin zirvesi olduğuna değil, devasa insan tecrübesi zincirinin halkalarından biri olduğuna inanmaktayız. Ve belki en önemlisi de şunu anlamaktır: Düşmanlarını alt etmek için bir uçak saatte dört bin kilometre veya daha fazla bir hızla yol alabilir ve antik bir savaş arabası saatte kırk kilometrenin üzerine çıkamayabilir. Ama bu durum iki aracı kullananların aynı derecede farklı oldukları anlamına gelmez.

Gerçekten evrim geçirmiş olan şey makinedir, insan değil. En azından çok net bir şekilde algılanabilecek düzeylerde bu böyledir.Arkeolojik nesnelerin incelenmesi ve yorumlanmasındaki basit ama çok çalışma gerektiren psikolojik odak değişimi, tarihin yeniden oluşturulmasına imkân vermiştir. Bu, her zaman çok önem verilmiş olaylar ve bunlar dışındaki her şey için de geçerlidir: inşaat teknikleri, yol ağları, makineler, silahlar, beslenme, giysiler, inançlar, batıl inançlar, çatal bıçak ve mobilya kullanımı, hijyen, ilaçlar, resim ve müzik zevkleri, oyun ve sporlar, ruh halleri, iş koşulları, vb.Bu şekilde, ne Roma Panteonunun -dünyadaki en büyük örnek olsa da- nasıl yapıldığı konusunda, ne de Etrüsk Gizemlerinin -özellikle de astrolojik olanların- Roma dini adını verdimiz inanca nasıl geçmiş olduğu hakkında ayrıntılı açıklamalarla okuyucumun canını sıkacağım. Sadece, iki bin yıl önce İmparatorluk’ta bir şehirde ve kırsal alanda günlük hayatı gözler önüne sermekle yetineceğim.Öncelikle şunu söyleyerek başlayalım: Bu kişiler on dokuzuncu yüzyıldakine çok benzer bir şekilde ve hatta bizlerin yaşamına benzer bir şekilde hayatlarını sürdürdüler. Bir paradoks olarak, Klasik Dünya olarak adlandırılan dönem; inançlarımız, kuşkularımız, zevklerimiz, çalışmalarımız ve boş vaktimizi değerlendirme biçimlerimiz açısından beş yüz yıl öncesine dayanan Ortaçağ dünyasından bize çok daha yakındır.Bundan iki bin yıl öncesinin Roma toplumu aktif, metodik, canlı, şüpheci, her türlü değişime açık, değişiklik ve moda âşığı idi. Sağlığına ve temizliğine özen gösterirdi. Politikadan vergilendirmeye kadar her şey tamamıyla yasalara bağlanmıştı ve kontrol altındaydı. Antik mekânların turistik ziyaretlerine, evde çeşitli koleksiyonlara, aydınlık gecelerde sabaha kadar süren gürültülü eğlencelere meyilliydiler. Roma’da ve büyük şehirlerde botanik ve hayvanat bahçeleri, resim ve heykel sergileri, şiir, edebiyat, müzik vb yarışmalar yapılırdı. İmparator Augustus’a ait olan meşhur koleksiyon gibi, tarih öncesi hayvanlara ait parçalardan oluşmuş koleksiyonlar vardı. Bir sukemerinde kullanılan taşlardan, bir askerin çantasındaki malzemelere kadar her şeyin düzgün bir şekilde envanteri çıkarılmıştı. Ev hanımları ciddi bir muhasebe tutuyorlar ya da tutmak zorunda bırakılıyorlardı. Romalı savurganlığı gerçek olmaktan çok sözde bir savurganlıktır ve kölelerinkine kadar her türlü hizmete karşılık olarak ödeme yapılıyordu. Konaklama ve yiyecekleri bedava olduğundan para biriktirerek özgürlüklerini satın alabiliyorlardı. Tekerleklerin dönüş sayılarını kaydederek kiralık arabaların kat etmiş olduğu mesafeyi gösteren taksimetreler ve daha az kesinlikle bir ölçüm yapan, gemiler için kullanılan benzeri araçlar vardı. İskenderiye bölgesinde Nil Nehri’nde verilen hizmeti buna bir örnek olarak verebiliriz. Bu hizmeti kullanan, dillerini bilmeyen yabancılar için, ne kadar ödemeleri gerektiğini ve ne kadar bahşiş verilmesinin uygun olduğunu gösteren renkli küçük bilyeler de mevcuttu. Üzerine belirli harfler kazınmış benzeri renkli bilyeler de tiyatro, amfitiyatro ve sirklerin girişlerinde bulunurdu. Kişinin oturacağı bölüme ve yere işaret edenler de vardı. Eşiklerdeki taşlardaki ayak izi şeklindeki oymalar yürüme yönüne işaret ederdi. Böylece bir kapıdan insanlar, sağ taraftan geçmek suretiyle, aynı anda hem girip hem çıkabiliyorlardı. Yollarda araçların trafiği de genel olarak yine bu yönden akardı. Araçların kayma tehlikesi olduğu yerlerde derin oluklar kazınırdı. Tüm İmparatorluk’ta tekerlekler arasındaki açıklık standart olduğundan, günümüz demiryollarına benzer bir şekilde “ankastre” yol görevini görürlerdi.ŞEHİRHatırasına sahip olduğumuz en büyük ve en işlevsel imparatorluk Roma İmparatorluğu’dur. Ve temelinde bir şehir bulunmaktaydı: Roma. Konuşmacılar konuşmalarına şu şekilde bağırarak başlarlardı: “Şehre ve Dünyaya”. Böylece şehirle ilgili psikolojik alanların ilişkisi kavramına ulaşıyorlardı. Bu kavramda ev temel alınır ve imajinatif yansıtma aracılığıyla insanı şehir ve dünyaya dahil ederlerdi. Bu kavrama uzmanlar ancak son on yıllarda ulaşabilmişlerdir.Romalılar tarafından inşa edilmiş veya değiştirilmiş her şehrin çevresel biçimi aşağı yukarı bir dörtgen şeklindedir. Decuman ve Cardo adı verilen iki büyük cadde bu alanda kesişirdi. Bu caddeler şehri gittikçe artan şekilde dört bölüme ayırırdı. Yan duvarlardaki dört ana kapıdan giriş ve çıkış yapılırdı. Ve içteki sokakların mümkün olan en düz biçimde olması ve kolay dolaşımın sağlanması için, iç bölümleme de dörtgensel geometrik şekillere göre yapılırdı. Gerçekten doğal ve bir o kadar mükemmel olan bu dağılım halen aşılamamıştır. Kökeni ise hareket halindeki orduların her gece kurduğu ve tekrar kaldırdığı -ya da birliklerin kış dönemlerinde meteorolojik veya stratejik nedenlerle sabit kaldığı- askeri kamplardan gelmektedir.Yalnız tek bir istisna vardı: ana şehir Roma. İmparatorluk zamanlarında 1.220.000 kişiden az olmayan sayıda insanı barındırmış olan bu şehrin uzak kökeni, birkaç sene önceye kadar mitik olarak kabul edilen, yıkıntılar halindeki şehrinden “Yeni Truva”nın kuruluşuna dair işaretlerle kaçan, kovulmuş Truvalı Prens Aenas’tır. Böylece milattan önce ikinci bin yılın sonlarında Tiber Irmağı’na yakın bir noktada gemiden inmiş olmalıdır. Onu Kral Latinus misafir etmiştir. Aenas onun kızıyla evlenip Lavinium şehrini kurmuştur. Aenas’ın oğlu İulus dört yüz yıl boyunca on dört kralın hüküm sürmüş olduğu Albalonga şehrini kurar. Birçok olaydan sonra, önceki arkaik şehirlere benzeyen bir şehir kuran Remus ve Romulus ortaya çıkar. Ama bu sefer “Dörtgen Roma” adını verirler, dört kapısı olan bu şehre.

Romulus bir düelloda Remus’u öldürür ve Palas bayramları sırasında, MÖ 754 yılında şehir resmen kurulmuş olur. Monarşi (MÖ 753-509), Cumhuriyet (MÖ 509-27) ve İmparatorluk (MÖ 27 - MS 476) olmak üzere bilinen üç dönemi vardır. Bundan sonra ihtişamlı Roma’nın devasa bir çöplük ve taş ocağına döndüğü uzun, acılı bir dönem başlar. Ortaçağ’ın ortasında otuz bin kişiden daha az kişi yaşamaktadır artık Roma’da.Ele alacağımız Augustus döneminde ve çağımızın başlangıcında günlük yaşam bilinçaltında üç evre halinde yansıyordu. “Pater familia” ya da evin reisi evinde bir tür kraldı. Öyle ki Octavianus Augustus dönemine kadar -taktik olmaktan çok sözde bir şekilde- tüm ailesi üzerinde yaşam ve ölüm hakkına sahipti. Lar’lar ve atalar altarı önünde günde üç defa  yapılan töreni yönetirdi: Şafak sökerken, öğleyin ve güneşin batımında. Eşi, çocukları, evin hizmetkârları olan köleler, bir şekilde ona eşlik ederlerdi ve hazır bulunmak zorundaydılar. Öte yandan “pater familia” diyaloğa çok açıktı ve yemek sonrası sohbetlerde her türlü konulardan konuşulurdu. Gece olduğunda, yemekten sonra o günle ilgili haberlerden, söylentilerden ve Resmi Gazete’nin yayınladığı şeylerden söz ederdi. Sevgi dolu bir şekilde davranılan küçük bir imparatordu. Ancak resmi olarak, kıyafetleri, tavırları, mobilyaları ve mücevherleri ilk bakışta görülebilen bu özel durumunu ortaya koyardı.En geniş topraklara yayılmış olduğu dönemde, Roma güzel tapınakların ve sarayların parıldadığı ve -küçük blokları kaplayan ve dar sokaklar üzerinde ciddi bir yükseklik ve yalıtılmışlık hissi veren ve gerçekten de öyle olan, “insulae” olarak adlandırılan- tarihin ilk “gökdelen”lerinin bir araya geldiği bir şehirdi. Augustus Sezar’ın kendisi bunların yüksekliği ile ilgili olarak en fazla dokuz kat yani otuz beş metre sınırı koymuştu. Fakat her zaman bu yasağa uyulmazdı. Bir numaralı kat ikinci kattı ve yukarı çıkıldıkça katlar ve daireler daha gösterişsiz oluyordu. Hepsinin sokağa bakan pencereleri vardı ve bu daireler sıklıkla ahşaptan bir merdivenle birleştiriliyordu. Roma’da bol olan ve harika bir kurşun borular sistemi aracılığıyla her yere ulaştırılan su, çoğu zaman bu binalarda ikinci veya üçüncü kata çıkacak kadar basınçlı olmuyordu. Bu yüzden üsttekiler suyu basit kovalarla ve aynı zamanda yiyecekleri de tepeye ulaştıran yukarı çekmeye yarayan sistemlerle alıyorlardı. Bu çalışmanın yazarının da şahit olduğu gibi bu, Napoli ve İstanbul gibi şehirlerde hâlâ uygulanan bir yöntemdir.Bazen elli metreye kadar yükselen bu “gökdelen”ler şehir için gerçek bir tehlike oluşturuyordu. Çatı katları ahşaptan olduğundan ve ısıtma sistemleri iyi binalarda olduğu gibi “merkezi” olmayıp sobalarla yapıldığından ve aydınlatma da güvenli olmayan toprak lambalarla gerçekleştirildiğinden yangınlar bu binalarda kolaylıkla yayılabiliyordu. Roma’da ve İmparatorluk’un tüm önemli şehirlerinde ve büyük villalarında bulunan emme-basma tulumbalarla, bronz uçlu ve muhtemelen kauçuktan yapılmış bir borunun eklenmiş olduğu hortumlarla teçhizatlandırılmış itfaiyeciler, suyu bu kadar yükseğe ulaştıramayıp bazen bu binalar taşıdıkları özel mancınıklarla yerle bir ediliyorlardı. Roma şehrinde her zaman büyük bir yangın tehlikesi vardı. Yangının yayılmasını kesmek için inşa edilmiş devasa iç duvarlar olsa da bunların işe yaramadığı, söylentilerin her türden kundakçıya atfettiği çok büyük yangınlar olmuştur. Bunların arasında şehir gerillalarından imparatorlara kadar birçok kişi bulunsa da yangınların olası kökeni kaza eseri olmasıdır. Roma’da bol su bulunurdu. Bir Roma vatandaşının günümüz İtalya’sında yaşayan bir insandan ortalama yedi sekiz kat fazla su kullandığı hesaplanmaktadır. Şehrin üstünde yükselen, “sifon”ları ve gerekiyorsa kum ve taşlarla su arıtan tesisleriyle büyük sukemerleri belirli bir noktada birleşirdi. Roma’ya gelen suyun tamamı içme suyuydu. Evler bu ağa yan borularla bağlanır ve su aynı zamanda yayaların başları üzerinde otuz metreye kadar yükselen, Neron döneminin “Metasudans”ları (sukemerleri) olan harikulade kaynaklara ulaştırılırdı. Roma trafiğe kapalı bir şehirdi. Öyle ki çağımızın başlarında merkezi sadece yayalara ayrılmış durumdaydı ve taşıtlar belirli malların yerine ulaştırılabilmesi için sadece geceleri geçici olarak girebiliyordu. İnsanlar her yere çokça yürüyerek giderdi. Sadece Vestaller (rahibeler) ve diğer nüfuzlu hanımlar tahtırevan kullanırlardı. Bayramlar, zaferler ve askeri geçitler dışında şehrin içinde çok az at kullanılırdı. İmparatorluk zamanında sokaklarda hijyeni korumak için bu konu teşvik edilmişti. Bloklarda biriken çöplerin toplanması hizmeti olmadığından sokaklar her gece yıkanır ve süpürülürdü. Bunun dışında dev kanalizasyonlar olduğundan sel baskınları önlenebiliyordu. Bunun şahidi yuvarlak formlu kemerler dizisi düzenine göre taştan inşa edilmiş, olasılıkla Etrüsk-Roma kökenli, yirmi beş yüzyıl sonra hâlâ mükemmel bir şekilde işlevini gören Roma Cloaca Maxima’sıdır (kanalizasyon sistemi). Pompei gibi taştan inşa edilmiş nispeten küçük şehirlerde az sayıda lağım kapakları bulunurdu ve en önemli sokakların kesiştiği noktalarda, diğer genel sokakları da birleştiren taş kaldırımlar vardı. Bunların üzerinde at arabalarının tekerleklerinin geçmesi için tekerlek olukları bulunurdu. Geceleyin şehrin aydınlatılması için, silindir şekilli gövdesi olan bronz sokak lambaları kullanılırdı. Bunların yağ lambalarının günümüzün cam fanusları görevini gören parlatılmış keçi idrar torbasından muhafazaları bulunurdu. Lambalar bu şekilde iyi bir ışık sağlamanın yanı sıra daha sağlam da oluyordu. Evlerin kapılarında da bu lambalardan veya uzun süre yanan meşaleler vardı. Sokaklar günümüzün polisine benzer bir teşkilat tarafından gözaltında tutulsa da, yoldan geçenleri ardından lamba veya meşaleleriyle hizmetçileri takip ederdi. Tüm şehir “mahallelere” bölünmüştü. Bunlardan kötü üne sahip bazılarından silahsız geçmek akıllıca olmazdı. Pompei’de mahallelerin bir kısmı genelevlere ayrılmıştı. Ve önemli olan, bu yerlere girebilmek için öncelikle, doktorların tanrısı Seraphis’e adanmış evlerden geçilmesi gerektiğidir. Buralarda çalışan doktorlar bulaşıcı hastalıkların, sakatlıkların, zihinsel bozuklukların belirtilerini gösterenlere giriş izni vermiyorlardı. Bu kamusal evler herhangi bir hizmeti yapar gibi doğal biçimde ilan edilmiş oluyordu ve şehir içinde kesin bir şekilde sınırlandırılmış bir alanda bulunuyordu. Aynı şey, o kadar sıkı bir uygulama olmasa da ekmek fırınları, balıkçılar ve diğer dükkânlar için de geçerliydi. Buna rağmen savurgan zengin hanedanlıkların, şehrin sakinlerinin ekonomi ve beslenmede sadece dışarıya bağlı kalması için, ana kapının her iki tarafında kiralık dükkânlar, şehrin uç kısımlarında ise küçük meyve bahçeleri, kümesler, tavşan yetiştirilen vb yerler bulunurdu. En üst düzeyden de olsa her Romalıda eski çiftçi kralların gölgesi gizli bir şekilde yaşardı.Hijyen ve boş zaman geçirme amaçlı, gerçekten saraylara benzeyen hayranlık uyandırıcı anıtlar olan Roma hamamlarını hepimiz biliriz. Roma hamamlarının asıl amaçlarıyla ilgili bölümlerinin dışında, kütüphaneler, resim sergileri ve konser salonları da bulunurdu. Bunun yanı sıra birçok Roma evinde banyo ve tuvalet de mevcuttu. Bu imkânlara sahip olmayanlar için de herkese açık olanları vardı. Bu gayet iyi tuvaletlerde akan su bulunurdu. Kişisel hijyen amacıyla, kişiyi utandırmamak için, bir delikten bir sopanın ucuna tutturulmuş su ve şarap sirkesine batırılmış bir doğal sünger uzatılırdı. Bildiğimiz kadarıyla bu hizmet sadece erkekler içindi. Hamamlarda ise hanımların ve erkeklerin kullanımı için farklı zaman dilimleri belirlenmişti. Tüm bu hizmetler ücretsiz olup karşılığında sadece bahşiş verilirdi.Sirklere, tiyatrolara ve amfitiyatrolara giriş ise ücretli olup sadece bayramlarda halk ücretsiz bir şekilde girebiliyordu.Romalılar ihtişamlı gösterilerden, -suyla doldurulan amfitiyatrolarda veya sirklerde gösterileri yapılan- egzotik hayvanlardan, “Naumachia” adı verilen savaş gemilerinden çok hoşlanıyorlardı. Romalıların en çok değer verdikleri oyunlardan biri de gladyatörlerin karşılaşmalarıydı. Bunlarda Etrüsk Gizemlerindeki model takip edilerek Rethralılar veya Trakyalılar gibi belirli özelliklere sahip erkekler karşılaşırdı. Bu karşılaşmalarda taraflardan birisinin ölmesi az rastlanır bir şey değildi. Ancak bu durum Roma halkının duygularını, günümüzde İspanya ve Latin Amerika ülkelerinde yapılan boğa güreşlerinde hayvanın acısı ve ölmesi karşısında halkın incinmesinden daha fazla etkilemiyor gibi gözükmektedir… Kolektif psikolojinin gizemleri!Roma dünyasında resmen tanınan bütün dini kültlere özgürlük tanınmıştı. İmparatorun kendisinin en büyük başrahibi olduğu resmi dinin dışında, Augustus döneminde bunlardan toplam üç yüz adet bulunuyordu. Sonraki yüzyıllarda o kadar çok konuşulan zulümler inanç değil, kamu düzeni ile ilgili sebeplerden dolayı gerçekleştirilmekteydi. Örneğin İmparatorluk’ta günümüz iletişim araçları olmadığından, halkın imparatorun yüzünü tanımasının tek yolu meydanlara büstünün yerleştirilmesidir. Bu olay Yahudiler ve onlardan ortaya çıkan tarikatlarca kutsala saygısızlık olarak kabul edilmekteydi. Günümüzde çocukça bir şey olarak kabul edilecek bu durum, bir ayaklanmaya ve Titus’un kuşatması altında Kudüs’ün yakılıp yıkılmasına sebep olmuştur. Romalıların yemekleri çok bol olmazdı. Çok özel durumlarda resmi veya özel saraylarda harika ziyafetler olurdu. Ancak normalde günde üç kere yemek yenirdi ve en çok yemek akşamleyin olurdu. Akşamdan kalanlarla da sabah kahvaltısı hazırlanırdı. Bugün Akdeniz kıyısındaki ülkelerde de olduğu gibi oldukça geç yenen öğle yemeğinin temel gıdaları meyve, sebze, hafif etler idi. Hindistan’da şekerkamışı çok yetişmesine ve Roma’nın Doğu ile ticari ilişkileri olmasına rağmen şeker kullanılmazdı. Bunun yerine bol miktarda bal tüketilirdi. Ballı su, meyve suları, bal likörü ve Gallerle bağlantıları olmuş olanlar da bira içerlerdi.Yemek için “triclinium” adı verilen geniş bir tür divan kullanılırdı. Bunların her birinde üç kişi dirseklerine dayanarak yan pozisyonda yaslanmış bir şekilde yemek yiyebilirdi. Hizmetkârların geçebilmesi için arada bir boşluk bırakılarak bu kanapelerden üçü bir araya getirilir ve ortaya alçak bir masa yerleştirilirdi. Günümüzdekilere çok benzer kaşık, çatal ve bıçaklar kullanırlardı. Aynı şey tabak ve servis tabakları için de geçerliydi. İyi bir şekilde döşenmiş evlerde mutfaklar XIX. yy’da Avrupa’da kullanılanlara çok benzerdi ve temel olarak da odun veya bitkisel kömür yakılan “ekonomik” bir ocak bulunurdu. Kap kaçak da geçtiğimiz yüzyılınkilerin (XIX.) aynısı veya benzeriydi. Bunlarda bazı tuhaflıklar da vardı; örneğin yumurta kızartmak için kullanılan tavalarda yumurtaları ayrı tutmaya yarayan çukurluklar vardı.Cam pahalıydı. Bundan dolayı normal yemeklerde nadiren kullanılırdı. Ama birkaç sene önceye kadar inanılanın aksine pencerelerde kullanılıyordu. Ancak artık bu levhaların ne kadar şeffaf olduklarını bilmek mümkün değildir.Evlilik hem sivil hem de dini idi. Kadın kocasının evine gider ve orayı benimserdi. İki taraf da istiyorsa veya kanıtlanmış ahlaksızlık durumlarında boşanma mümkündü.Galyalılar dışında Avrupa nüfusu az olduğundan bekârlar için vergiler daha yüksekti. Üç kıtaya yayılmış İmparatorluk’ta nüfus sayımlarında yüz milyondan fazla insan çıkmamıştı. Ordu profesyonellerden ve amatörlerden oluşsa da gerektiğinde kişiler zorunlu olarak da askere alınırlardı. İmparatorluk’ta barış zamanlarında ordudaki asker sayısı 330.000’i aşmazdı, ama disiplin ve ekipmanlarıyla dönemlerinin en iyileriydiler. Mancınık ve yaylı mancınık gibi top türü silahlar XV. yy’ın sonlarına kadar kullanılmıştır. “On İki Levha Kanunları” Roma Hukuku’nun temelini oluşturmaktaydı. MÖ 450 yılında bronz levhalara kazınmış bu kanunlar herkesin görebileceği şekilde sergilenirdi. Uyarlamalarıyla bu Roma Hukuku günümüzdeki uygulamaların belkemiğini oluşturmaktadır.Yerel dillerin dışında İmparatorluğun tüm idari bölümü Latince konuşurdu. Yerel madeni paraların üzerinde İmparatorluk parası öncelik taşırdı. Daha sonradan çok defalar hayali kurulmuş ve denenmiş böyle bir birleşme hiçbir zaman sağlanamamıştır.    KIRSAL ALANO kadar mükemmel bir yol ağı ile kaplıydı ki, Fransa’da son zamanlarda yapılmış bir araştırmayla günümüz yollarının hemen hepsinin eski Roma yolları üzerine yapılmış olduğu ortaya çıkarılmıştır. Çoğu günümüze kadar gelmiş olan yollar tercihan düzdü ve dağlardan tüneller, vadi ve nehirlerden de hâlâ bizleri şaşırtan harika köprüler aracılığıyla geçerdi. Bu şekilde mesaj taşıyan bir kişi at sırtında, mesajı elden ele aktararak Roma’dan Paris’e (Lutetia) on günde ulaştırabiliyordu. Yollar süvari ve piyade birlikleri için çok yararlı olsa da özel ve resmi arabalar için de bu yollar kullanılabiliyordu. Almanya Köln Müzesi’nde harika bir röprodüksiyonda, tuvalet ve yatakları olan günümüz otobüslerine benzeyen at arabaları da bulunmaktaydı. Bu araçlarda, deriden yaylarla harika bir süspansiyon sağlanıyordu ve tekerlekler mil yatağından geçen bir mile monte edilmişti. Bu buluş ileri teknoloji ürünü olan versiyonunu desteklemiştir. Başakları kesip harman yapan, bir eşeğin çektiği, tek kişi tarafından kontrol edilen mekanik harman makineleri de aynı kökene aittir. Basit ve güçlü diğer makineler ise zeytinden yağ, buğdaydan un elde etmek için kullanılırdı. Bu kadar iyi bir teknolojiye, organizasyona, yönetime ve işgücüne sahip; demiryolu sistemini, emmebasma tulumbayı, buhar kazanını, vitesi ve gerekli diğer mekanizmaları bilen Romalıların neden lokomotif, gemi ve araba üretemediklerini birçok uzman kendine sormuştur. Çünkü bunların ortaya çıktığı XVIII. yy’da daha üstün bir teknoloji bulunmamaktaydı. Bu soruyu yanıtlamak zordur. Gerçekten cevabı bilmiyoruz. Ancak neden, psikolojik bir tutum, dünyanın ekonomik açıdan gelişmemiş, “toprağı zehirlememek için metal saban kullanılmayan” bazı yerlerinde hâlâ görülen içgüdüsel bir makine korkusu gibi gözükmektedir. Kırsal bölgede ekim yapıldığında toprak iyi bir şekilde sulanır ve bakımı yapılırdı. Büyük villalar gerçek ticaret merkezleri barındırırdı. Bunlardan bazılarının kendi liman ve filoları da olurdu. Çok miktarda küçük köylü evi de bulunurdu. Roma dünyasında sefaletin sadece büyük şehirlerin işsiz artan nüfusun biriktiği bazı varoşlarında bulunduğunu da belirtmek gerekir. Kırsal alanda böyle bir şey yoktu.Genel olarak Avrupa ve Kuzey Afrika günümüzde tanınamayacak şekilde ağaçlarla kaplıydı. Su ve hava kirlenmemiş durumda idi. Ve Pax Augusta’dan (Roma Barışı) sonra yollar güvenli ve hiçbir yolcuyu dışarıda yatmak zorunda bırakmayacak şekilde ayarlanmıştı. Gizemlerin saklı tapınakları ve Kutsal Mağaralar ve Tanrılara adanmış küçük ormanlar, her şeye dini bir nefes veriyordu. Bu, büyük şehirlerde gösteriş meraklısı resmi kültlerin ve çoğu sofist olan, ruhlara şüphe, zekâlara tereddütü eken filozofların elinde artık ortadan kaybolmuş durumdaydı.Bu çalışmayı Roma İmparatorluğu’nu düşüşe götüren nedenlere değinmeden bitiremeyiz.Yayıldıkça Roma Kültürü ve İmparatorluğu bazıları pozitif, diğerleri ise negatif olan unsurlarla karışmıştır. Roma’nın yaratıcılıktan yoksun olduğu ve her şeyi Yunanlılara borçlu olduğu gerçek değildir. Roma toplumsal alanla yönlendirilmiş olan kendi yaratıcılığına sahipti. Önceden az sayıda insanın sahip olduğu şeyi milyonlarca insana ulaştırmıştır. Bunun yanı sıra en son arkeolojik araştırmalar Etrüsk Uygarlığı’nın, Samnitlerin ve diğer halkların Roma’nın kökenlerine ne kadar etkide bulunduğunu da kanıtlamıştır.“Pozitif” veya “negatif” unsurlardan söz ederken ahlaki bir yargıya varmıyoruz. Yaptığımız değerlendirmenin kriteri bu unsurların İmparatorluk’un birliği açısından yararlı ya da zararlı olmasıdır. Bu birlik her zaman hassas bir durumdaydı ve Cumhuriyet dönemindeki ve hatta İmparatorluk dönemindeki iç savaşlar tinsel, ahlaki ve maddi zenginlikleri zayıflatmıştır.  Barbar halklar, onlarla yapılan antlaşmaların bir sonucu olarak direkt bir şekilde Yeni Taş Çağı’ndan Demir Çağı’na geçmişlerdir. Bunun sonucu olarak da Roma azar azar kendine has tüm özelliklerini kaybetmiştir. Dinsel eklektisizmleri (belirli bir açıdan da kayıtsızlıkları) onlar için ölümcül olmuş ve haksız bir şekilde “Dönek” olarak adlandırılan Julian ile Roma’nın tarihi dönemi sona ermiştir. Artık “barbarlar” sınırların dışında değil; politik, toplumsal ve dini sistemlerin içinde yer almaktaydılar. İmparatorluk ikiye ayrılır ve Ortaçağ adı verilen dönem gelir. O zamanlar Konstantinopolis olarak adlandırılan Bizans’ta, Haçlılar tarafından aşağı yukarı 1000 yılında yıkılıp yağmalanana kadar -özellikle de IV. Haçlı Seferi’nde- antik Roma’nın izleri bulunmaktaydı. Böylece, görkemli duvarların arkasındaki yıkıntılar halindeki şehir, Orta Avrupa ile işbirliği yaparak onu XV. yy’da almış ve Ortaçağ’a son vermiş olan Türklere kalmıştır.I. yy’ın hoş ve “modern” yaşamı -devirlerin yenilenmesi açısından kuşkusuz kaçınılmaz unsurlar olan- şiddet ve basitlik içinde ortadan kaybolmuştur. Toprakların, havanın ve insanların tekrar saf olmaları için Uygarlığımızın da sonunun gelmesi olasıdır. Bunun, ne bin yıllardan beri çok sayıda şarlatanın vaazını verdiği sözde kutsal lanetlerle, ne dünyanın sonuyla bir ilgisi bulunmaktadır. Bunun, günün ardından gecenin, gecenin ardından diğer bir günün gelmesini, kışların ve yazların vb olmasını sağlayan doğal devirler yasası ile ilgisi vardır.Ve kuşkusuz, filozof gözlerini kapayıp güzelliğin deforme olmadığı, gençliğin yerini yaşlılığa bırakmadığı, Augustus’un Ara Pacis’inde (Barış Sunağı) dediği gibi “çaylak kuşunun güvercini kovalamadığı” bir dünyayı düşler.Bu dünya, bu bilinç planında var olmayacaktır… Burada imkânsızdır… Ama imkânsızların, Ruh için gerçek olan kutsal yalanların hayalini kurmak her zaman iyi ve gereklidir… Ta ki Ruh yükselip kum taneli zamanın ötesinde başka ebedi gerçeklerin dünyasına yerleşene kadar…

İspanyolca’dan çeviren: Mehmet İLGÜREL

Yazar:     Filozof Jorge Angel LİVRAGA: O’nın Türkçede yayınlanan eserleri arasında “Atlantis’in Son Prensi Ankor” (Roman), “Simyacı, Özgürlüğü Öldüren Engizisyon”(Roman), “Elemental Doğa Ruhları”(Ezoterik Gelenekler), “Teb” (Tarihsel Eleştiri) bulunmaktadır

Kaynak:    http://dergi.yeniyuksektepe.org.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder